Türk Müslümanlarının kemalizmle asıl kavgası laiklik ve batılılaşma bağlamındadır. Yoksa Kemalizmin milliyetçiliği ile kavgalı değillerdir. Kemalist milliyetçiliğe tek eleştirileri onun seküler formunadır. Kemalistlerin Türk milliyetçiliğinin özü ülkede ümmetten bir ulus inşa etmektir. Ulusu ülkedeki çeşitliliği dışlayıcı bir biçimde Türk üst kimliği ile kurgular. İşte bu üst kimlik söyleminde Türk Müslümanları anti kemalist olsalar bile kemalizmle ortaklaşmaktadırlar. Bunu modern bir olgu olan uluslaşmayı Türk üst kimliği söylemini devam ettirerek yapmaktadırlar. Ulus devletin Osmanlı bakiyesi coğrafyamızda aslında kapsayıcı olmakta yetersiz olduğu aşikardır. Kemalizmin yarattığı dışlayıcı Türk üst kimlik söylemini Türk Müslümanları kullanırken onun ötekileştirici yönünü nasıl frenleyeceklerine dair herhangi bir çözüm üretmemişlerdir.
Kemalist ulusçuluk etnik ve dilsel dışlayıcılığı açıkça savunurken, din kardeşlerine karşı utangaç Türk Müslümanlığı bunu aynen devam ettirememiştir. Onun yerine İslami söylemlerle bezeyip donattığı bir Türklük söylemini geliştirmişlerdir. Doğrudan gayri Türkleri dışlamayan bu söylem onların dolaylı bir şekilde ötekileştirilmesine, dinle karışık söylemlerle asimilasyona müsait bir zemine çekilmelerine neden olmuştur. Türk ulusçuluğu Türk olmayanları açıktan asimile ederken, Türk Müslümanlığı İslami söylemler kullanarak Türk üst kimliği dayatmasını normalleştirmiştir. Bu normalleştirmenin en iyi izlenebileceği yerlerden biri devletin ve siyasetin kitlelere karşı geliştirdiği söylemlerde pratik karşılığını bulmaktadır. Çünkü ideoloji Foucault’un da dediği gibi söylem üstünlüğüdür. Söylem üstünlüğü, dilden dile hakim olan söyleyiş biçimleri hakim ideolojinin kendisidir. Şimdi bunu örnekleriyle ele alalım. Burada vereceğim örnekler fikri, entelektüel çevrelerden değil sadece siyasilerle sınırlı olacaktır.
Mustafa Kemal “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” derken İsmet İnönü farklı etnik kökenleri bastırarak “Türk milleti bir birliktir; aynı terbiyeyi almış, aynı ülküyü benimsemiş insanlardan oluşur.” demektedir. Benzeri söylemleri seksen yıl boyunca devletin en tepesindeki kemalist bekçiler dile getirmişlerdir. Mesela Cemal Gürsel “Türk milleti, farklı etnik gruplardan oluşsa da, tek bir millet olarak yaşamalıdır. Bu millet Türktür, dili Türkçedir.” derken bir diğer kemalist darbeci Kenan Evren “Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür ve bunun tartışılması söz konusu değildir.” demiştir.
Nitekim anayasanın meşhur 66. maddesi: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” derken milli siyaset belgesinde -kırmızı kitap olarak bilinir- Türk kimliğinin korunmasına sıklıkla değinilmiştir. Milli eğitim politikası Türk üst kimliğini benimsetmek üzere kurgulanmıştır. Genelkurmay bildirileri sürekli “ülkenin bölünmez bütünlüğü“, “Türk milletinin birliği“, “Türk vatanı ve Türk milleti” üst söylemlerini kullanmıştır. Nitekim eski Genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ bu hassasiyete şu şekilde değinmiştir: “Türk milleti kavramı üzerinde tartışma yapılamaz, yapılamamalıdır. Bu bizim varlığımızdır.”
Kemalist kurucu babalar ve siyasi elitlerden benzeri çokça söz nakletmek mümkündür. Fakat asıl mesele kemalistlere karşı olduğunu iddia eden anti kemalist Türk Müslümanlığının da sanki fiili bir konsensüs varmış gibi Türk üst kimliği söylemini kullanmakta ısrar etmesidir. Bu gündelik siyasi dilde kendine Türk milleti, Türk halkı, Türk bayrağı, Türk devleti, Türk tarihi, Türk askeri şeklinde yer bulmaktadır. Aynı zamanda kitlelere hitap ederken Türk üst kimliğini daha İslami bir dille kullanmaktadırlar.
Burada en önemli örneğimiz muhafazakar Türk siyasetinde en önemli rolü oynayan isim olan Necmettin Erbakan’dır. Erbakan, milliyetçi üst kimliğin popülerleşmesine ve normalleşmesine pratik ve bilinçsizce katkı yapan güçlü bir siyasi figürdür. Erbakan, belki entelektüel bir derinlik ve farkındalıkla bu söylemleri kullanmamıştır. Sistem içinde kendine yer açmaya çalışırken olabildiğince uyum sağlamaya ve dışlanmamaya çalışmıştır. Ancak bunu yaparken kasıtsız ve dolaylı olarak Türk üst kimliği dayatmasını İslami bir ambalajla devam ettirmiştir. Erbakan’ın söylemleri ile yetişen bir Türk Müslümanının öteki uluslara veya Kürtlere karşı bir farkındalık geliştirememesi kaçınılmazdır.
Erbakan’ın söylemlerinin kemalizmle iki kesişim noktası vardır. Kemalistler etnik anlamda Türk üst kimliğini vurgularken Erbakan ümmet ve İslam içinde Türklere üst bir rol biçer. Her iki durumda da varılan noktada Türk üst kimliği söylemi devam ettirilir. Erbakan sıklıkla Türk üst kimliğini kullanır ancak bunu etnik-ırkçı anlamda değil tarihî ve medeni öncülük iddiasıyla donatılmış dini-siyasi bir biçimde kullanır.
Türk Müslümanlığının siyasal tezahürü olan Erbakan’ın söylemleri seküler milliyetçilerin aksine İslam tarihinde Türk’ü öne çıkarma, ümmet içinde Türk’e kaderinde yazılı kaçınılmaz bir öncülük rolü verme ve ümmete tespihinin imamesi olarak Türk’e boyun eğmeyi salıkveren yumuşak bir dayatma söz konusudur. Erbakan’ın sözlerinde Türklüğün İslami misyon söylemiyle üst kimlik biçiminde sunulmaya devam ettiğini görürüz. Erbakan, Türk milletinin İslam tarihindeki liderliğine vurgu yaparak seçilmiş millet imasında bulunur.
1994 Konya mitinginde “Biz Türk milleti olarak, tarih boyunca İslam sancağını dalgalandırmış bir milletiz. Bu, bize Allah’ın verdiği büyük bir vazifedir.” 1989’daki milli görüş konferansında “Türk milletinin görevi, Müslüman ümmete öncülük etmektir. Türk milleti bu ümmetin imamesidir.” der. 1995 TBMM grup toplantısında “İslam Birliği ancak Türkiye’nin liderliğiyle gerçekleşebilir. Türk milleti bunu tarihte defalarca başarmıştır, yine başaracaktır.” derken İslami bir dışlayıcılık içerisine girer. 1996 TBMM konuşmasında ise şu meşhur sözünü söyler: “Biz Türkler, tarih boyunca İslam’ın sancaktarlığını yapmış bir milletiz.” 2002’deki bir konuşmasında Erbakan şöyle der: “Biz ırkçı değiliz, ama milletimizin tarihini ve İslam’la yoğrulmuş kimliğini korumak zorundayız. Bizim milliyetçiliğimiz, milletimizin İslam’a hizmetidir.”
Görüldüğü gibi Erbakan perspektifinden de Türk üst kimliği daha dini bir tonda tekrar üretilmektedir. Bu noktada misakı milli sınırları içerisinde Türk üst kimliğini devam ettirmede Kemalizmle bir kesişim içindedir. Nitekim Erbakan yahut hiçbir muhafazakar siyasetçi kemalizmle hesaplaşırken hiçbir zaman Türk üst kimliğini tartışmaya açıp daha birleştirici bir kimlik önerisi getirmemiştir. (Son dönemde Erdoğan ittifakının Türkiyelilik vurgusu istisna)
Erbakan’ın kemalizmle ikinci noktası tarih algısı üzerinedir. Bilindiği gibi milliyetçilikler kendilerine bir tarih inşa ederler. Tarihi bugünden esas aldıkları etnik üst kimliklerine uygun bir şekilde cımbızlayarak geriye doğru götürürler. Sekülerler bunu yaparken İslam öncesine de gider ve hatta onu daha çok öne çıkarırlar. Böylece tarihi kurgularken dini referansları dışlarlar. Mesela Gökalp’in Türk medeniyeti tarihi eserinde Türklerin İslamiyet sonrası dönemleri yer almaz. Bunun aksine Türk müslümanlığı ise tarihi İslamla başlatmakla yahut kendi etnik tarihlerinde İslam’la olan ilişkilerini öne çıkarmakla milliyetçilik günahından kurtulduklarını sanırlar. Oysaki modern anlamda Türk kavramı uluslaşma döneminde icat etmiştir. Tarihteki Türk kavimleri modern döneme kadar hiçbir zaman Türklük davası gütmedikleri gibi böyle bir kimlik etrafında birleşmemişlerdir. Bunun aksine mesela Müslüman üst kimliği etrafında diğer Türk boylarıyla ve Müslüman halklarla ittifak kurmuşlardır. Selçuklu ve Osmanlı Türk kavimlerinin kendisi içerisinde oldukça etkin olduğu ancak devlet yönetiminde, siyasette, orduda ve eğitimde daha doğrusu halkta/tabaada bütün Müslüman kavimlerin birlik içerisinde yaşadıkları devletlerdir. Bu devletlere bugünden anakronik biçimde Türk devleti demek tarihi gerçeklere uygun değildir. Bu devletler heterojen bir yapıda farklı kavimlerden oluşan Müslüman/İslam devletleridir. Ancak Türk milliyetçiliği kendini geriye doğru kurgularken kendini eklemlediği tarihi çizgi içerisinde bu devletleri Türk devletleri olarak niteler. Türk Müslümanlığı -Erbakan örneği de bundan geri kalmayacak biçimde- İslam tarihinin mülkiyetini kendi üzerine alır. Osmanlı ve Selçukluyu ve aradaki nice irili ufaklı devletleri Türk milliyetçiliğinin iddia ettiği anlamda birer Türk devleti olduklarını savunurlar. Bu noktada Kemalizmle kesişmeye devam ederler.
Erbakan Selçuklu, Osmanlı ve diğer devletleri ortak imparatorluk olarak görmez. Bunları milliyetçiliğin yaptığı modern tanımlamasıyla Türk’e hasreder ve Türklere tarih üzerinde yaptığı çağrılarda buralardan referanslar verir. Türk Müslümanlığının meşhur “bin yıllık tarih” söylemini Erbakan’da sürdürürken öte yandan etnik bir milliyetçilik yapmadığını iddia eder. Erbakan “Biz bin yıllık Sultan Fatih’in torunlarıyız!” der. Osmanlı ve Selçukluyu salt Türk İslam kimliğiyle özdeşleştirerek tarihsel bütünlüğü etnik-milli bir sahiplenmeye dönüştüren Erbakan, “bizim atalarımız” söylemini kurduğu padişahlar üzerinden Türk üst kimliğini devam ettirir. Tarih okumasını ve tarihteki müslüman devletleri Türk kavmine mensup isimler üzerinden okur: “Açıkça ilan ediyorum ki, bizim partimizin kurucuları Sultan Fatih Hazretleri, Sultan Yıldırım Hazretleri, Sultan Murat, Sultan Melikşah, Ulubatlı Hasan, Orhan Gazi, Nizamülmülk, Akşemseddin, Sultan Yavuz, Kılıçarslan, Alparslan, Gelenbeyi Hazretleri ve Sultan Hamit’tir.” Bu konuşmalarda Türk etnisitesinin İslam’la Anadolu’ya geliş aralığı esas alınarak bin yıllık tarih vurgusu yapılırken, Kürtler bin üc yüz yıllık, Araplar bin dört yüz yıllık tarih vurgusu yapabilirler. Aynı şekilde Selahaddin Eyyübi gibi Kürt veya başka Arap tarihi figürler bu anlatıda torunları olmakla övünmek açısından yer almaz. Bu söylemde dışta bırakılan sadece İslam tarihinin gayri Türk mirası değil aynı zamanda Misakı Milli sınırları dışında kalan Türk kavminden olan Müslüman liderlerdir. Örneğin muhafazakar milliyetçi söylem, Sultan Fatih’in torunları olmakla övünürken Gazneli Mahmut’un yahut Timur’un torunları olmakla övünmez. Bu durum milliyetçiliğin kurgusallığının doğurduğu bir çelişkidir. Kavim, dil ve tarih sadece bugünkü koşullarda, misakı mili sınırları içinde kurulan ulus devletin ihtiyaçları doğrultusunda işe koşulur.
Erbakan’ın ecdat söylemi ile çok etnisiteli devlet yapıları tek kimlikli Türk-Müslüman miras olarak devreye sokulur. Üç kıtaya yayılmasıyla övünülen Osmanlı, Misakı Milliyle sınırlı olan bir toprak parçasına tarih oluşturmak için kullanılır: “1071 Malazgirt Zaferi … ‘Milli ve Manevi’ ruh ile gerçekleştirilen bir büyük şahlanıştır. … Bu şahlanış, ecdadımızın Osmanlı Devleti ile altı asır boyunca, üç kıtada zulme ve sömürüye geçit vermemesine … vesile olmuştur.” der. Erbakan bu gibi sözleriyle tarihi seküler Türkçülerin aksine İslami biçimde yeniden kurguladığını düşünmüş olabilir. Ancak seküler Türkçülüğün makbul vatandaşı olan Türk üst kimliğini muhafazakar kitlelere kabul ettirme konusunda bir fonksiyon icra ettiğini fark etmemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Kemalistlerin kendisini kabul ettirmek uğruna ülkede gayri müslim azınlıklar, aleviler, Kürtler gibi toplulukları katlettiği, sürgün ve işkencelerden geçirdiği Türk üst kimliği dayatmasını Erbakan İslami vurguyla devam ettirmiştir.
Türk muhafazakarları içinde Erbakan yine de en İslamcı ağırlığa kayanlardan birisidir. Ancak Erbakan bile tarihi Müslümanlar üzerinden değil Türk Müslümanlar üzerinden okur. Bu tarihin coğrafi kökenleri ümmet genişliğinde değil misakı milli ile sınırlıdır. Dolayısıyla Erbakan gibi bir lider bile “müslüman” üst kimliği söyleminde ısrarcı olmayıp Türk üst kimliği söylemine boyun eğmiştir. Müslümanlık anlatısına söz konusu Türkler ve misakı milli sınırları içerisi olunca doğrudan sarılmaz. Ona Kemalistlerin milliyetçi biçimde yeniden tanımladığı Türk’ü de ortak eder. Bunda Kemalistlerin seküler milliyetçiliğine karşın dini bir korunma ve karşılık verme kaygısı hakimdir. Müslüman üst kimliğine ancak Kürtler, Araplar gibi gayri Türk Müslümanlarla birlikte olduğu durumlarda başvurur ama Türklere hitap ederken üst kimlik olarak doğrudan Türklüğü tercih eder.
Meşhur Bingöl konuşmasında “andımız”ı eleştirirken “Sen bunu söylersen, Kürt kökenli bir Müslüman evladı da kalkar der ki: ‘Ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım’ deme hakkını kazanır.” der. Bu noktada Erbakan diğer müslüman etnisiteler arasında Müslümanlık üst kimliğiyle bir eşitlik perspektifi geliştirmiştir. Ancak bu tavrında ısrarcı olamamıştır. Söylemlerinin çoğunluğuna Türk üst kimliği daha dini bir tonda hakim olmuştur. Erbakan’ın sistemin sınırlarını aşmayan bu söylemine karşın yer yer samimi bir şekilde ümmetçi bakış açısından konuşabilmesi Kürtler ve diğer Müslüman unsurların onu daha fazla benimsemesine sebep olmuştur. Ancak bu benimseyiş Erbakan’ın Müslüman üst kimliği talebinde ısrarlı bir biçimde duramayışı sebebiyle gerilemiştir. Bu durum tarihte Diyarbakır’ı kazanan tek muhafazakar parti olmasında gözlenebilir. 1994 seçimlerinde Diyarbakır belediyesini kazanan Refah partisi bir sonraki seçimlerde Diyarbakır’ı kaybetmiştir. Zamanla Erbakan’ın Kürtler arasındaki oyları azalmış ve yerini sol Kürt partilere bırakmıştır. Yine Erbakan’ın D-8 projesi Müslüman üst kimliğini bir siyasi kimlik inşası değildir. Öyle olduğunu iddia edenler varsa bile bu, yazıda ortaya konulduğu gibi, iç politikada ısrarlı ve hakim biçimde devam ettirilmemiştir. Onun bu hamlesi geliştirmek istediği yeni kimlik arayışından değil tamamen dış politika vizyonundan doğmuştur.
Sonuç itibariyle, Necmettin Erbakan Türk Müslümanlığı içindeki en İslamcı şahsiyetlerden birisidir. Buna rağmen Kemalist Türk milliyetçiliğinin ürettiği Türk üst kimliğine karşın Müslüman üst kimliğinde ısrarcı olmadığı gibi Türk üst kimliğinin dışlayıcılığı fark edilmeyecek bir biçimde, onu dini söylemlerle sürdürmeye devam etmiştir. Kemalizme karşı duruşu bilinse de Türk üst kimliğinin benimsenmesi ve Türklük üzerinden tarih okuması yapması açısından aynı zamanda onunla kesişir. Bu durum, Erbakan’dan beslenen Türk Müslümanlarının Kemalizm’e yalnızca dinî konularda tepki göstermesine ve Kürt meselesine karşı yeterli duyarlılığı geliştirememesine yol açmıştır. Erbakan’ın Türklük söylemi geniş kitlelerde daha İslami bir formda Türk üst kimlik dayatmasında ve bunun kabullenilmesinde bir etki oluşturmuştur. Erbakan’ın Türk üst kimliğine dair bu sessiz onayı baskıdan, sistem içerisinde yer etme çabasından yahut Kemalizmi tahlil etme noktasındaki entelektüel yetersizlikten kaynaklanabilir. Bu yetersizlik yalnızca Erbakan’ın şahsına değil genel olarak dönemin cumhuriyet İslamcılarına aittir. Zira İslam mirasıyla bağların koptuğu bir süreçte, Kemalizm ve ona bağlı modernleşme, milliyetçilik gibi meseleleri derinlemesine analiz edebilecek donanım henüz oluşmamıştır.
Mükemmel bi yazı olmuş kalemine sağlık