Müslümanların düştüğü yerden kalkmaları, içinde bulundukları gerilikten kurtulup uyanmaları ve İslam’ın yeryüzünde tekrar hakimiyet elde etmesi için çeşitli yöntemler ileri sürülmektedir. Bu yöntemleri ilim,eğitim,cihad,tasavvuf,siyaset gibi İslam’ın farklı parçalarını öne sürerek ele almaktansa tabandan tavana-tavandan tabana ya da aşağıdan yukarıya-yukarıdan aşağıya şeklinde ele almak konunun ifade edilmesi açısından daha anlaşılır olacaktır. Tabandan kasıt halktır. Tavan ise toplumsal örgütlenmenin günümüzdeki zirvesi olan devlet ve iktidardır. Devlet ve iktidarın farklılıklarına rağmen bu kavramlarla toplumsal erki ele geçirmeyi kastetmekteyim.
İslam dünyasının içinde bulunduğu sorunları İslami kaygılarla dert edinen birçok kişi ve kurum İslam’ı hakim kılmakta kullanılacak yöntemi ele alırken iktidar odaklı düşünmektedirler. Bunu ise günümüzde toplumu eğitim ve davet ile dönüşerek, toplumsal bilinci yönlendirecek entelektüel-ilmi faaliyetler yaparak, demokratik siyaset imkanıyla, askeri darbeler gibi militarist yollarla, silahlı ayaklanmalarla veya bürokratik kurumlarda örgütlenerek gerçekleştirme seçenekleri gibi seçenekler bulunmaktadır. İslam dünyasında Osmanlının yıkılışından beri bu yöntemlerin hepsi uygulanmıştır. Uygulanmaya da devam etmektedir. Bu yöntemler seçilirken her bir yöntemin kendi içinde avantajları ve dezavantajları bulunsa da İslami iddia taşıyan her yöntemin Kuran ve sünnete dayandırılması gerekmektedir.
Hareket metodu konusunda ise Hz Muhammed s.a.v. her konuda olduğu gibi bu konuda da bizim için en güzel örnektir. Yöntem belirlenirken Hz. Muhammed’in hayatının hangi kısmını baz alacağınız ve onu günümüze nasıl uyarlayacağınız kritik öneme sahiptir. Çünkü O’nun hayatında belli hareket merhaleleri vardır. En bariz merhaleyi Mekke dönemi ve Medine dönemi diye ayırabiliriz. Mekke’de on üç yıllık bir davet dönemi var iken Medine döneminde devlet düzeyinde bir güç haline gelmiştir müslümanlar. Yöntemsel olarak bu iki dönemden hangisi ile günümüzü özdeşleştiriyorsanız ona göre metotlar ortaya çıkarıyorsunuzdur. Bugünkü İslami hareketler arasındaki metot farklılıkları da tam da bu noktada siyeri nasıl okuduğunuz ile alakalıdır.
21. yy şartları açısından değerlendirecek olursak cahiliye döneminin şirk, bidat ve hurafe dolu yaşam tarzı ile sosyal anlamdaki ifsadının günümüzde de hakim olduğunu görmekteyiz. İslam dışı ideolojiler modern dinler olarak kendini insanlara dayatmaktadır. Ahlaki anlamda her türlü çirkin fiillerin yaygınlaştığını görmekteyiz. Müslüman ülkelerin halklarının İslam ile alakaları kimlik bilgisi düzeyinde kalmış, Müslüman toplumlar İslam’ı öğrenmek ve anlamaktan oldukça uzaktadırlar. Bu çerçevede değerlendirdiğimizde Mekke’deki toplumun şartları ile günümüz şartları özdeşleşmektedir. Şimdi üstte saydığım metotlardan devlet/iktidar odaklı, dolayısıyla tavandan tabana bir yol izleyen metotları kısaca ele alalım:

Demokratik imkânları kullanarak İslam’ı hakim kılmaya çalışmak
Demokrasinin gerçekten işlediği ülkelerde, müslümanlar siyasal mücadele ile başa gelerek toplumu İslamlaştırmayı düşünmektedirler. Daha uçuk bir ifadeyle şeriatı getirmeyi düşünmektedirler. Türkiye’de Necmettin Erbakan hocanın mücadelesi buna örnektir. Hayrettin Karaman bu sebeple Erbakan’ı eleştirirken aralarında geçen bir doyalogu da aktarmaktadır. Karaman, (tabanı islamlaştırmak yerine) “işi tavandan kısa zamanda halledeceklerini düşünen, iddia eden insanlar parti kurup hayali hakikat gibi gençlere takdim edip onları gaza getirince, bizim tabanımızı da çaldılar..” diyor. Devamında kendisine vekillik teklif eden Erbakan hocayla tartıştıklarını, kendisinin imam hatip ve yüksek İslam talebelerinin sabahlara kadar sokaklarda siyaset için koşturduklarını, artık hocalarıyla ve insanlarla davet değil de siyaset kavgası yaptıklarını, asıl yapmaları gerekenin ilim ve davet olduğunu anlatıyor. Erbakan hoca ise “senin metodunla kaç yılda bu memleket İslamlaşır? diye soruyor. Hayrettin Karaman, Allah’ın bunu bileceğini, ancak hakkıyla çalışırsak belki yirmi yıl belki daha fazla sürede bunun olabileceğini söyler. Erbakan ise 6 ayda bunu başaracağını iddia eder. Çünkü 6 ay sonra seçimler vardır. Alacağı 251 milletvekili ile düzeni değiştireceğini iddia eder. Haliyle bir taraf uzun süren ilim, ibadet, ahlak ve davet sürecini gençlerin önüne koyup diğer taraf ise altı ay sonra zafer vaadini koyunca kitle siyasallaşır.1 Siyaset ile emri bil marufu eşitleyen yaklaşımı ise gelinen noktada Milli Görüş hareketine kaybettirir oldu. Ak parti tecrübesi de böyle bir arka plandan doğsa da Ak Parti çizgisi Milli Görüşten bu anlamdaki İslami iddiaları terk ederek ayrışmıştır.
Fakat bu yöntem Hz. Muhammed’in s.a.v. mücadelesine uymamaktadır. Mekke müşrikleri Hz. Muhammed’e davasından vazgeçerse kendisini başlarına kral yapacaklarını teklif etmişlerdi. Kendisine “Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım.” 2 diyerek iktidarı teklif etmişlerdi. Fakat Allah resulü s.a.v. “Ben iktidara gelirim ve iktidar gücü eliyle düzeni değiştiririm” gibi bir düşünceye talip olmamış ve onların teklifini reddetmişti. Bu örnekle demokratik imkanları kullanarak yapılacak bir İslami mücadeleyi reddetmiyoruz. Ancak salt iktidar amaçlı bir demokratik mücadelenin yanlış olduğunu savunmaktayız. Bu tür mücadeleler İslami kimliği ortaya koyarak, eğitim ve davet çalışmalarıyla birlikte yürütülmelidir. Yani tabana ulaşmak, müslüman kitlenin haklarını savunmak, bizden olmayan kesimlere ise kucaklayıcı bir siyasetle hizmet götürerek kalplerini İslam’a ısındırmak amaçlanmalıdır. Siyaset sadece belli bir kesimin çıkarları için değil tüm topluma hizmet götürmek için yapılacak bir iştir. Bu ise toplumun bizden olmayan kesimlerini de kucaklayacak bir perspektife sahip olmayı gerektirir. Böyle bir pozisyon elde edildiğinde müslümanlar, toplumun tüm kesimlerinin sempatisini kazanacaktır. Nihayetinde bu da İslam’ın geniş kitlelerce benimsenmesini kolaylaştıracaktır. Görüldüğü gibi İslami kimliğin açıktan ortaya koyulmasının doğal sonucu olarak toplumun İslamlaşması sağlanmaktadır. Çünkü öyle bir pozisyon, İslami kimliğimizi topluma ve düzene kabul ettirerek elde edilmiş olacaktır.
Sonuç olarak demokratik araçlarla islami bir yönetimi ya da şeriatı getirmektense toplumun ıslahı için bu araçları kullanmak daha tutarlı olacaktır. Ayrıca Demokrasi ile gelen bir şeriat yine demokrasi ile gidebilecektir. Daha önemlisi toplum tarafından benimsenmeyen bir İslami yönetim, baskı araçlarına başvurmak zorunda kalacaktır. Bu sebeple tepeden islami bir yönetim oluşturmaktansa Hz. Muhammed’in Mekke’de toplumu; İslami bir yönetimle sonuçlanacak bir eğitim ve davet sürecine tabi tuttuğunu göz önünde bulundurmak zorundayız. Halkta İslami yönetim talebini oluşturmadıkça yukarıdan aşağıya uygulanacak bir İslami yönetim ancak dayatma ve totalitarizm ile gerçekleşecektir. Dinde zorlama yoktur ilkesine aykırı bu durum toplumda İslam dinine karşı bir tepki oluşturacak, dinden çıkmalar kaçınılmaz hale gelecektir. Veya baskılara tepki olarak ikiyüzlü/münafık bir toplum oluşacaktır. Bugün İran ve Suudi Arabistan gibi ülkeler bu durumun ibretlik örnekleridir.
Devlete sızarak/kadrolaşarak İslamı hakim kılmaya çalışmak
Bu yöntemi Fetö meselesinde en açık şekliyle gördük. Fetöcüler, dindar kesimin yıllarca Kemalist ideoloji tarafından uğradığı zulümleri kullanarak bu yöntemi meşrulaştırdılar. “Bunlar olacağına bizden birileri oralara gelsin” diyerek bu durumu meşrulaştırmaya çalıştılar. Başörtüsü yasağı, Kuran eğitimi yasağı gibi uygulamalarla Laik kesim tarafından İslami değerleri dışlanmış, toplumun alt katmanlarına hapsedilmiş dindar kesimin yaşadığı mazlumiyetin istismarı sonucu bir yerlere sızmayı hatta kul hakkı yemeyi meşru hale getirdiler. Bu yöntemin Allah Resulünün hareket metoduna uyup uymadığına kimse dönüp bakmadı bile. Halbuki Allah Resulüne yukarıda bahsettiğimiz “Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın. Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım.” 3 şeklindeki ekonomik ve siyasi teklifleri red etmişti. Elde edeceği ekonomik ve siyasi imtiyazları kullanarak o günün yönetiminde kadrolaşma çabasına girişmedi. Bu teklifleri kabul etseydi İslami kimliklerini gizleyerek rahatlıkla bir yerlere gelebilirdi müslümanlar. Nitekim Fetöcüler devlete sızmak adına farzlardan dahi tavizler veriyorlar gerektiğinde içki içiyorlar gerektiğinde namazları rahatlıkla terk ediyorlardı. Hz. Muhammed s.a.v. mücadelesinin hiçbir safhasında hiçbir kati farzdan zerre kadar taviz vermemiştir. Kul hakkı yemek, torpil yapmak gibi hiçbir kati harama başvurmamıştır. Siyerde böyle bir örnek göremezsiniz. İslam’da zafere giden her yol mübah değildir. Şayet öyle olsaydı İslam’ın getireceğini iddia ettiğimiz ahlaki değerleri böyle kirli yöntemlerle gerçekleştirmek büyük bir çelişki olacaktı. Yine Ammar bin Yasir’in r.a. işkence altında iken, ölüm tehlikesi sebebiyle İslam’ı red ettiğine dair olan rivayet bu konuda delil olamaz. Çünkü Fetöcülerin hiçbirisinin kafasına silah dayanmamıştı. Elde ettikleri imtiyazlar belki geç bir zaman diliminde ama daha meşru yollarla elde edilebilecek imtiyazlar idi. Ammar bin Yasir üzerinden verilen bu ruhsat açık şekilde, sıcağı sıcağına ölüm tehlikesi ile karşı karşıya olunursa ancak kullanılabilir. Hanbeli mezhebi kurucusu Ahmet bin Hanbel’in Mutezili Abbasi yönetiminden gördüğü işkenceler karşısındaki tavrı buna örnektir. Ahmet bin Hanbel, ünlü hadisçi Yahya bin Main’in küfür içerikli bir inancı baskı yüzünden kabul etmesini red eder. Yahya bin Main, Ammar bin Yasir örneğini getirince Ahmet bin Hanbel, Ammar bin Yasir’in öldürülme ihtimali/korkusu yüzünden değil direkt ölüm tehdidine maruz kaldığı için dinden çıkmış gibi göründüğünü söyler. Kendisinin ise öldürülmek tehlikesiyle karşılaşmadığını öldürülme korkusu duyduğu için bunu yaptığını belirterek aradaki ince farka işaret eder. Siyer’de de bunu destekleyen birçok örnek vardır. Ancak sanırım bu kadarı konunun anlaşılması açısından yeterlidir.
Silah ve şiddet gibi Militarist yöntemlerle devleti ele geçirerek İslam’ı hakim kılmak
Günümüzde özellikle el-kaide gibi yapılar teorileştirdikleri küresel cihat ideolojisi kapsamında silahlı bir mücadele ile İslamı getirmek(?) istemektedirler. Silahlı mücadele ve etkin şahsiyetlere suikastlerin meşru görüldüğü bu yöntemde de yine halkın islamlaşmasından önce devletin/iktidarın ele geçirilerek bunun sağlanacağı düşünülmektedir. Günümüz şartları ile Mekke döneminin özdeş olduğunu kendilerinin de red edemeyeceği bu müslümanlar, Hz. Muhammed’in s.a.v. Mekke’de hiçbir şekilde silaha sarılmadığını göz ardı etmektedirler. Silahlı mücadeleye getirdikleri tüm örnekler Medine dönemine aittir. Çünkü Mekke’de sadece nefsi müdafaaya izin verilmiştir. Topyekün savaş yani cihat ise Medine’de ancak farz kılınmıştır. Bir devletin temellerinin atıldığı Medine dönemine has olan silahlı mücadelenin Mekke dönemi ile özdeş olan günümüzde uygulanması doğru değildir. Evet, bizce de sistem küfür sistemidir ancak sistem içerisinde yer alan şahıslar, mesela bürokratlar, memurlar,askerler v.s. kafir değildirler.
Buna delil olarak yine Ammar bin Yasir örneğine bakacak olursak, Yasir ailesi ağır işkencelerden geçiriliyorken Hz. Muhammed s.a.v. arkadaşlarıyla silahlanıp bacıları Sümeyye ve kocası Yasir’i kurtarmak için baskın yapmayı düşünmüyor. Bilakis yanlarına gelip “Sabredin ey Yasir ailesi, size cennet var!” diyerek işkence altında dahi onlara sabrı tavsiye ediyordu. Nitekim bu işkencelerin sonunda her ikiside şehit olacaklardı. Bugün silahı meşru görenler, Müslümanların uğradığı işkenceleri ve zulümleri gerekçe göstererek işkenceci tağuti rejimlere karşı silahlanmayı savunmaktadırlar. Fakat Mekke döneminde Hz. Peygamber’in böyle bir yöntemi yoktur. Bu müslümanlar İslam’ın izzetinin söz konusu olduğunu belirterek hamasi bir takım söylemlerle hareket etmektedirler. Bu durumda Ammar bin Yasir örneğinde Allah Resulünün tavrının izzetsizlik mi olduğunu sormak gerekir? Allah Resulü s.a.v. savaşı ve silahı ancak “devlet düzeyinde bir güç” elde ettikten sonra benimsemiştir. Medine’de yaptığı Medine vesikası ile Müslümanlar, putperestler ve Yahudilerle bir toplumsal sözleşme imzalamış. İslam devletinin temellerini atmıştır. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına kadar savunmada kalmış Hendek savaşından sonra şimdi artık bizim için savunma dönemi bitmiş saldırı dönemi başlamıştır minvalinde tavır takınmıştır. Günümüzde Mısır’da Müslüman Kardeşler(İhvan) hareketine karşı meydana gelen Rabia katliamı sırasında dahi Mısırlı Müslümanların silaha sarılmamaları bu anlamdaki metodik yaklaşımları sebebiyledir ve oldukça da isabetlidir. Yine Selefi gurupların silahlı eylemleriyle yüz yıldır hiçbir yere varılamadığı ve hiçbir Müslüman toplumun İslamlaştırılamadığı da ortadadır.
Askeri darbeler de militarist yöntemler arasında önemlilerindendir. Bu yöntemde zor kullanarak kısa yoldan iktidarı ele geçirmekle

sonuçlansa da üstte verdiğimiz deliller bu yöntemin de aleyhinedir. 20. yy’da Pakistan ve Sudan’daki örnekleri bu yöntemin başarısızlığına kanıttır. Sudan’da darbeci general Ömer el-Beşir önceki diktatöre, İslam adına askeri darbe yapmış ancak ilerleyen süreçte kendi diktatörlüğünü ilan etmiştir. Sudanlı ünlü İslamcı düşünür Hasan Turabi bu durumu “biz çocuklarımızı devleti ele geçirsinler diye gönderdik, devlet onları ele geçirdi”4 şeklinde bir ifade ile eleştirmiştir. Türkiye’deki Ak Parti örneği de bundan çok farklı olmamıştır. Cezayir’deki İslami Selamet cephesinin silahlı direnişi, Suriye’deki 1982 Hama ayaklanması ve günümüzdeki Suriye’deki silahlı mücadele göstermektedir ki silahlı yöntemle ancak ve ancak kan ve zulüm artmaktadır. Son olarak unutulmamalıdır ki zulme karşı şiddet eylemlerinin kendisi zulme öncekinden daha fazla gebedir. Silah bir kere ele alındı mı işlerin kontrol edilmesi zorlaşacaktır. Cihad meydanlarında mücahit gurupların sıkça birbirlerine silah doğrultmaları bu durumun en açık örneklerindendir. Bu sebeple Hasan el-Benna’nın ifadesiyle “Onlar sizi evlerinizde tek tek bulup öldürmeye” 5 başladıklarında silah, nefsi müdafaa anlamında meşrulaşır. Bunun dışında Hz. Muhammed’in s.a.v. Mekke dönemindeki tavrı pasif direniş yöntemlerine daha yakındır.
Yukarıdaki yöntemlere ilave başka yöntemlerde eklenebilir. Ancak görüldüğü gibi devleti/iktidarı merkeze alan hareket yöntemleri İslam’a aykırıdır. Bununla İslam’da devletin olmadığını söylemiyoruz. Bilakis Kuran’daki tüm hukuki cezalar halktan meşruiyet alan bir mahkemeyi, mahkeme ise devleti gerektirmektedir. Dolayısıyla tüm hukuki hükümler İslam’da devletin varlığına delildir. Yine Hz. Muhammed’in s.a.v. en büyük sünnetlerinden biri de devlet kurmaktır. Ancak bireyi devlete öncelemek İslami metoda daha uygundur. Çünkü İslam’ın hedefi bu dünyada fertlerin hidayetini sağlamaktır. Dünyadaki bütün imkanların buna seferber edilmesi gerektiği gibi devlet dahi buna hizmet etmekten öteye gitmeyen bir araç konumundadır. Amacı gerçekleştirirken hangi araçların hangi aşamada kullanılacağı dikkate alınmalıdır. Devleti ele geçirmekten daha önemli ve öncelikli olan halkın islamlaştırılmasıdır. Önce eğitim ve davet yoluyla müslüman fert ve aileler oluşturmakla işe başlanmalıdır. Aksi yöntemler bozulmaya ve İslam’a öncekinden daha çok zarar vermeye müsait yöntemlerdir. Çünkü Devlet ve iktidar güç demektir. Gücü İslam adına elde edenler kendisini kontrol edecek İslami toplum yapısı oluşmadan önce yönetimi ele geçirdikleri için güç zehirlenmesi yaşayabilirler. Sonuç olarak ister demokratik yollarla olsun ister militarist yöntemlerle olsun; doğrudan devleti hedef alan İslami hareket yöntemleri Mekke dönemini baz aldığımızda Hz Muhammed’in s.a.v. hareket metoduna aykırıdır.
20. yüzyılın en önemli İslami hareket teorisyenlerinden Şehit Seyyid Kutup’un bu konudaki tespitleri ile yazıyı sonlandıralım: “…Bundan dolayı bütün islami hareketlerin işe temelden başlamaları gerekir. İslami akidenin işaret ettiği anlamı akıllarda ve kalplerde ihya etmek daveti kabul eden kimseyi bu şekilde eğitmektir. Bu sahih kavramlarla sahih bir islam için eğitimdir. Şu an ki politik olaylarla zaman yitirmemek gerekir. Temel kural toplum tarafından kabul edilmeden, yönetimi ele geçirme yoluyla islam nizamını tepeden dayatma girişiminde bulunulmamalıdır. Zira toplum temel kuralı kabul edip özümser, hakikatini bilirse islam nizamını kabul eder ve onunla yönetilmek ister 6. Yönetimi ele geçirmek ve İslami hükümleri uygulamak mümkün olsa bile bu tür işlerle,

siyasi sorunlarla, ufak ıslahatlarla kendinizi meşgul etmenizi istemiyorum. Biz başka herhangi bir icraatta bulunmazdan önce İslam’ın insanların benliklerine ve kalplerine yerleşmesini istiyoruz. İslam hukuku topluluklarda kabul görülmüş bir kural haline gelmeden, toplumlar kendiliklerinden böyle bir düzeni tanıma ve kurmak için çaba harcama yoluna gitmeden güç kullanarak İslam hukukunu(şeriat) dayatma ile vakit yitirmemek gerekir. Nitekim Hz Peygamber sahabesiyle birlikte bu işi böyle yapmıştı. Öncelikle sıkı bir disiplin içinde eğitilmişler, daha sonra bu nitelikteki bir düzen Medine’de onlar tarafından kurulmuş ve omuzlarında yükselmişti. Mesela Hz. Peygamber sahabelerinden birisine davet yolu üzerinde engel olarak duran Ebucehili veya bir başkasını öldürtüp ondan kurtulabilirdi. Fakat Hz. Peygamber gerçekleştirilmesi kolay olan bu eyleme izin vermemişti. Eğer isteseydi sahabesi bu isteğini çabucak yerine getirebilirdi-Allah hepsinden razı olsun-.Fakat o böyle yapmamıştı çünkü yol,yol değildi 7.
Kaynaklar:
1- https://www.youtube.com/watch?v=whD8-heovd4
2-3- İbni Hişâm, Sîre, 1/313-314; Taberî, Tarih: 2/225
4- Demokratik Hilafete Doğru, Ahmet el-Katip
5-Risaleler, Hasan el-Benna
6-7-Müslüman Kardeşler, Seyyid Kutup ve Gelecek, Münir Gadban sy: 168,191-192. Daha direk kaynak için Kutup’un Türkçe’de “son sözler ” adıyla yayınlanan kitabına bakılabilir.
Dipnot: Yazıyı spontane yazdığım için kaynakları daha sonra düzgün bir şekilde daha detaylı ekleyeceğim.