Dinin sanatla çeliştiği hatta çatıştığı yanılgısı oldukça yaygındır. İslam dini içinde aynı durum söz konusu. Doğduğu havzada ilk olarak putperestlik şirkine karşı mücadele vermesi sebebiyle İslam dini resim ve heykeltıraşlığa olumsuz yaklaşmıştır. Bu sebeple İslam’ın sanata karşı olduğu algısı günümüz insanlarında oluşmuştur. Din ve dindarlıkla sanatın bir araya gelmeyeceği şeklinde bir ön kabul bilinç altlarına yerleşmiş durumdadır. Bunda İslam’ın ilerlemeye engel olduğu, sanatla uğraşmanın çağdaşlık alameti olarak kabul edilip çağın gerisinde kalmış dinlerin sanatla birlikte anılamayacağı şeklindeki olumsuz yaklaşımlar ve bu yöndeki ideolojik propagandalar oldukça etkili olmuştur. Bu durum sanatçıysanız dindar olamazsınız, dindarsanız sanatla bir işiniz olmaz gibi bir modern hurafeye dönüşmüş durumda. Şüphesiz Müslümanların tarihsel açıdan bir çöküş döneminde olmaları ve gerçekten de bir çok alanda olduğu gibi sanat alanında da çöküntü yaşadıkları da bir gerçek. Ancak bu durum son birkaç yüz yıldır yaşanmaktadır. Çünkü bir uygarlık olarak İslam dünyası mimari, musuki, ebru, hat, tezhip, hat, minyatür, şiir, edebiyat gibi birçok alanda büyük sanatçılar yetiştirmiş ve bugün artık insanlık mirası sayılan bir birikim bırakmışlardır. Bu da gösteriyor ki İslam dininin bizatihi kendisinden kaynaklı bir sanat karşıtlığı bulunmamaktadır. İçinde bulunduğum tarihsel koşullar Müslümanlardan kaynaklı arızi bir süreçtir.
Dinlerin sanatla işi olmaz gibi bir algının yayılması bir yana, sanatsal çalışma ve gelişmeler materyalist/ateistik paradigmaya sahip çevrelere yakıştırılır. Bu yanlış algı ve manipülasyona Aliya İzzetbegoviç’in yaptığı yerinde tespitlerle itiraz getirmek istiyorum. Üstte velirttiğim yanlış algıya işaret eden Aliya İzzetbegoviç sanatın gaybi, insanı aşan, ulvi niteliğine atıfta bulunur.
Din ve sanatın aynı hakikatin farklı tezahürleri olduğunu belirten İzzetbegoviç, ikisinin esaslarında birlik olduğunu ifade eder. İkisi de

insanın aşkın olanla irtibatının bir sonucudur ve gaybi bir içeriğe sahiptirler. “Tabiat aleminden bambaşka bir alemin(şeylerin bambaşka bir düzeninin) mevcudiyeti her dinin, her sanatın esas önermesidir. Yalnız tek bir alem olsa sanat imkansız olurdu. Gerçekten her sanat eseri ona ait olmadığımız, içinden neşet etmediğimiz, içine atıldığımız bir dünya hakkında bir haber, bir intiba mahiyetindedir.” Sanat, ahlak ve din bir ağacın dalları gibidirler.Öyleki Sanat ve Din arasındaki belki en önemli nokta ikisininde bilime ve akla muhalif oluşlarıdır. Çünkü bilim madde, akıl ve nesnellik ile hareket ederken sanat maddeyi aşan, akıl dışı(belki üstü) ve öznel bir faaliyettir. Doğa gözlemlenebilmesiyle yani görünür bir niteliğe sahip olmasıyla ve matematiksel(niceliksel) yapısıyla ele alınır. Sanat ve din ise fizik ötesinden ilham alır, görünmeyen duyguları, hisleri kendi usulüne göre ifade eder. Sanat ve bilim arasındaki çelişki durumunu Aliya şöyle ifade eder: “Bilimle sanat arasındaki münasebet, mekanik uzayın peygamberi Newton ile ‘insan hakkında her şeyi bilen şair Shakespeare arasındaki münasebet gibidir. Newton’la Shakespeare veya Einstein ile Dostoyevski birbirine ters istikametlerde olan iki görüş veya birbirini tamamlayan, birbirinden ayrı ve müstakil iki ‘bilgi’dir. İnsanoğlunun kader, yalnızlılığı, faniliği ve ölümü meseleleri, var oluşun anlam ve anlamsızlığı meselesi ve bu müşküllerden çıkış yolu, bütün bunlar hiçbir zaman bilimin tetkik mevzuu olamaz; sanat ise bu mevzulardan istese de kaçamaz.Çünkü şiir insan hakkında bilgidir, bilimin tabiat hakkında bilgi olduğu gibi…” Bilim doğruyu sanat ise hakikati ifade eder diyen Aliya İzzetbegoviç, bilim ve sanat ilişkisini farklı açılardan analiz eder. Nihayetinde vardığı nokta ise sanat ve dinin birbirine oldukça yakın olduğu gerçeğidir. “Bilim astronominin çocuğu(Bergson) olduğu gibi, sanat da dinin çocuğudur. Eğer yaşamak istiyorsa sanat tekrar tekrar bu kaynağına dönmeye mecburdur ve gördüğümüz gibi bunu yapıyor da.”
Aliya, sanat ve dinin yakınlığına tarihi şahit getirir. Örneğin Dram dini menşelidir. İlk Dramlar MÖ 3000 ila 2000 yılları arasında Mısır’da ritüel oyunlar olarak ortaya çıkmıştır. Ünlü antik çağ dramı tanrı Dionisos’un şerefine söylenilen koro şarkısından gelişmiştir. Tiyatronun ve hatta tüm kültürün ritüel kökeni dini ayinlere dayanmaktadır. İlk resim, heykel, şiir ve oyun dini ayinlerin birer parçalarıdırlar. “Vahşi insan avlamak istediği hayvanın resmini yaptığı zaman, bu resim kendisi için kültün tapınan bir şekliydi. Kızılderililer dini törenler sırasında kum üzerinde ve törenin bir parçası olarak renkli resimler çizerler. Meşhur Japon ‘Gigaku’ balesinin kökleri maziye, Japonların inancına göre dünyanın yaratılışı zamanına kadar gider. Bu çok eski oyunlar aslen şarkı, dans ve mimiğin bir karışımı idi ve ölülerin ruhlarının geçtiği metafizik hadiseleri sembolik bir tarzda temsil ediyordu.”
Mimari, istisnasız her kültürde en yüksek dereceye mabetlerle ulaşmıştır. Hindistan’daki iki bin senelik tapınaklar, İslam dünyası camileri, Kolomb öncesi Amerika’daki mabetler, Avrupa kiliseleri buna örnektir. Avrupa Rönesans’ının en büyük sanat eserleri hemen hemen istisnasız dini konuları işlemiştir. İzzetbegoviç; Tiyatro, bale, müzik, resim vd. tüm sanatların dini ve kutsal içeriklerle oluştuğu ve geliştirildiğini birçok örnekle beraber ortaya koyar. Aliya “bize anlattığı şeylerle ve anlatım tarzıyla sanat, dinin insanlara mesajı gibi, inanılmazdır” der. Elhamra’daki avlu kapısındaki arabesk, Aztek veya Fildişi sahili maskları, Michelangelo’nun Last Judgement’ine, Picasso’nun Guernica’sı veya zencilerin ruhani şarkılarına göz atmamızı önerir. “Böylece ibadette olduğu gibi, ulaşılamaz, mantık ve duyular üstü olan bir şey tecrübe etmiş olursunuz. Soyut sanatın herhangi bir eseri, dini bir ayin gibi akıldışı ve gayri ilmi bir tarzda tesir etmez mi? Bir bakımdan resim tuvalde, senfoni ise seslerde böyle bir ayini teşkil etmektedirler.”
Güzellik görecelidir, Bu sebeple farklı kültürlere ait sanatsal eserler bize güzel gelmeyebilir. Ancak bunlar Aliya’nın ifadesiyle “hakikati arayan otantik bir isteğin ifadesidir. Çünkü bu veya şu şekilde bir seziş, bir his veya insanın kaderiyle ilgisi olan kozmik bir hadiseyle çağrışımı” teşkil etmektedir.Tarih boyunca din ve sanat aynı kaderi paylaşmışlardır. Örneğin Ortaçağ Avrupa’sında sanatkarlar bilim adamları gibi kilisenin mutlakiyetçi otoritesine maruz kalmamışlardır. Bilakis teşvik görmüşlerdir. “Rönesansın en büyük sanat eserlerinde hemen hemen istisnasız dini konular işlenmiştir. Dolayısıyla bu eserler Avrupa çapında bütün kiliselerde ana-baba evinde gibi hüsnü kabul görmüşlerdir.İtalya ve Hollanda’da herhangi bir kilise var mı ki, aynı zamanda sanat galerisi olmasın?”
Sovyetler birliğinde bilimin gelişmesinin aksine sanatın gerilemesi de bu tespitlere uygundur. Aliya’ya göre “… Ateist ve Materyalist felsefe, dinin ve yaratıcılığın hür olduğu açıklamalarına rağmen, sanatı hamle ve hürriyetinden mahrum kılıyor. Sanatı boğmak ateizmin karakterindendir, tıpkı sanatı teşvik etmenin dinin karakterinden olduğu gibi. Ateizm hürriyetçi olduğu zamanlarda bile sanatı boğar. Di ise otoritatif olduğunda da onu serbest kılar.” Ateist ve materyalist felsefeler din ve sanatın özgürlüğünü savunduklarını iddia etmelerine rağmen sanatsal atılımları boğmaktadır. Bu sebeple “Ateizm hürriyetçi olduğu zamanlarda bile dini boğmaktadır. Çünkü sanat “tanrısız materyalist bir kainatın vizyonuna bütün olarak ve her noktasında karşı koyan kozmik bir perspektif”tir.
“Ortaçağın sonlarına doğru bilim adamı ve filozofların takibata uğradığı engizisyonun en şiddetli zamanlarında ünlü İtalyan ekolü en büyük eserlerini vermişti. Stalin ve Zhdanov(Stalinin arkadaşı, sanatçıları ve düşübürleri takitaba uğratmasıyla tanınıyor.), zamanında Sovyet bilimii atom enerjisi ve uzay sahalarında büyük hamleler yapmıştı. Bütün baskı Sovyet sanatı üzerindeydi.” Çünkü sanat çok farklı bir dünyaya aittir. Sovyetlerde sanatın iktidara hizmet etmesi hedefleniyordu. Öyleki sanatın sahip olması gereken gerçekliği Stalin, “sosyalist realizm” olarak tayin ediyordu. Aliya bu buyurganlığı Kilisenin dünyanın yuvarlak oluşundaki dayatmaya benzetir. Biri sanata diğeri bilime baskı uygulayan iki ayrı dikta örneği karşımızda durmaktadır. Aliya’ya göre aradaki uçurum öylesine derindir ki “Ateizm, sanatı özü itibariyle hiçbir zaman kavramayacaktır; din ise hiçbir zaman bilimi kavramayacaktır.”
Ateizm (Sovyetler) ve Dinin(Kilise) sanatla ilişkisini Aliya nihayetinde şöyle kıyaslamaktadır: “Sovyetler birliğinde Feodor Dostoyevski’nin Hristiyan romanlarını ve hemşehrisi Marc Chagall’ın resimlerini yasaklar listesine koyduran esas itibariyle aynı sebeplerdir. Pasternak ve Soljenitsin’in ızdıraplarında Bruno ve Galileo’nun trajedilerinden, fakat ters bir mantıkla bir şeyler mevcuttur. Zhdanovizm ve engizisyon birbirine denk aynı neviden tezahürlerdir. Zhdanovizm, sanatkarlarla düşünürlere devlet ateizmi adına yapılan engizisyondur; engizisyon ise örgütlenmiş din olarak kilise adına bilim adamlarına karşı tatbik edilen Zhdanovizmdir. Zhdanovizm ters çevrilmiş engizisyondur.”
Ateizmin sanatla ilişkisine dair son bir kaç ekleme ile yazıyı sonlandıralım. Aliya bu konudaki tespitlerini devlet ateizminin hakim olduğu Sovyetler üzerinde devam ettiriyor. Aliya’ya göre Sovyetlerde öğretim(eğitim değil) ve bilim ne kadar gelişmişse sanat ve kültürün ise o kadar gerilediğini savunmaktadır. 1965 yılında Sovyetlerde 60 milyondan fazla insan öğrenim görüyordu. Fakat kültürün hayat bulması için lazım gelen insan hürriyeti kısıtlı olduğu için kültür ve onun bir öğresi olarak sanatta gelişememişti. Örneğin SSCB’de resmi devlet anlayışı kitlelere yöneltilen siyasi-propagandistik bir araç olarak görmekteydi. 1932’de Komünist Partisi Merkez Komitesi aldığı bir kararla farklı edebiyet gruplarını tasfiye etmiş ve Sovyet Yazarlar Birliği adı altında tek bir edebi teşkilat kurmuştu. Bu öyle bir tafiyedir ki 1934’te Sovyet Yazarlar Kongresine katılan 700 yazardan, sonraki kongrenin düzenlendiği 1954 senesinde sadece elli kişi hayattaydı. Çünkü bu yazarların çoğu Stalin’in temizleme harekatında ölmüştü. Aliya Sovyet dönemindeki edebi kısırlığı şöyle anlatıyor: “19. yüzyılda, daha yoksul, yarı cahil ve örgütlenmemiş bir durumdayken dünyaya Puşkin, Gogol, Çehov, Tolstoy, Dostoyevski, Çaykovski ve Rimsky-Korsakov’u vermiş olan bu memleketin bugün, 20. yüzyılın son çeyreğinde, sanat ve edebiyatta Rus kültürünün tarih sahnesine çıkmaya başladığı zamanlarda yetiştirmiş olduğu büyük şahsiyetlere muadil bir tek sanatkarı bile çıkarmaya hemen hemen hiç kabiliyeti yoktur. Şiir ve edebiyat sahasında farz edelim, ehemmiyeti haiz bir şahsiyet çıksa bile, genellikle sisteme muhalefet içinde olur. Pasternak, Soljenitsin, Voznesenski gibi. Esas itibarıyla Rus toprağı verimlidir, fakat havası şair ve diğer sanatkarlar için bunaltıcıdır.”
Lenin “bütün sanat dallarından bizim için en önemlisi sinemadır” demiştir. Aliya bunu sanat türleri arasında sinemanın sanata en az benzeyen tür olmasına bağlamaktadır. Çünkü “sanatın eğer bir kimseye veya bir şeye, bir ideolojiye veya iktidara hizmet etmesi icap ediyorsa, o zaman paralı asker durumuna getirilmeye en uygun olanı sinemadır.” Sovyetlerde devlet sinemaya öylesine ideolojik araçsallık katmıştır ki Stalin her filmi gösterime girmeden evvel görüyordu. Sovyet film eleştirmeni Yurgenyev’in de tespitile Stalin’in emriyle çatışma, zorluklar ve sıkıntılara dair gilmlerin gösterilmesi yasaklanmış, şölen, düğün, toplantı ve şarkılara çokça yer veren pozitif hava estirecek sahnelerin çok olduğu filmlerin çekilmesi isteniyordu. Nitekim Stalin bunu kanunlaştıracaktı. Bunun sonucu olarak Sovyetlerde film prodüksiyonu azalmış ve sistemi eleştiren filmler bulunmaz olmuştu.
Sovyetlerde geri kalmışlık kendisini Felsefe alanında da göstermiştir. Heidegger, Sartre ve Marcuse denk bir tane filozof bile çıkaramayan Sovyetlerde bu alanda tam bir boşluk hakimdi. İşçi sınıfı ve köy hayatını yansıttıkları ve üretim konularını ele aldıkları için resmi eleştiri tarafından methedilen Grigurko, Boiko, Malcev, Tarasov ve Suşinski gibi yazarlar değil Avrupa Sovyetler de dahi pek tanınmıyorlardı. Sovyetler de Sanata karşı alınan bu tavır mimariye de yansımıştı. Aliya’ya göre sovyet mimarisine cansızlık, renksizlik ve ruhsuzluk hakimdir. Fakirlik veya inşaat alanındaki ekonomik yetersizlik gibi gerekçeleri bir bahane olarak gören Aliya, sebebi her ne olursa olsun sanatın yapısı gereği esas probleme “İnsanlarda ruh diye bir şey olmadığına göre şehirlerin ruhu nasıl olabilir?” sorusuyla dikkatleri çekmektedir.
Sonuç olarak insanın sonlu, aciz ve fani maddi yapısını aşan varoluşsal duyguların, manevi çağrışımların, ruhsal lezzetlerin ifade edilme aracı olarak sanat, önemli bir işleve ve dinle yakın bir ilişkiye sahiptir. Bu yönüyle materyalist/ateist eğilimler sanatı öldürürken genel anlamda dinler sanatı yaşatmaktadır.
Dipnot: Aliya İzzetbegoviç’in konuyla ilgili alıntılanan görüşlerinin alındığı kaynak: “Doğu Batı Arasında İslam” syf: 125-161, Klasik Yayınları.