Dini açıdan şahıslara veya bir dini cemaate bağlanmak ülkemizde çok yaygın bir davranış. Bu tür aidiyetler zaman zaman oldukça aşırı bir boyuta ulaşabiliyor. Cemaatler, dini fanatizmin üretildiği sosyal mecralara dönüşebiliyorlar. Dini fanatizm, birçoklarını belli şahıslara ve gruplara körü körüne bağlayabiliyor. Bu tür bir fanatik, liderini ya da grubunu sorgulamaz ve eleştiremez. Onun için hakikatin kriteri düşünce, bilgi ve ispat değil şahıslar ve tabi olduğu gruptur. Verilen her görevi, sunulan her düşünceyi sorgusuz sualsiz kabul eden fanatik aidiyetler dini söylemler üzerinden de oluşturulmaktadır. Böylesi bir fanatizmin altında yatan sebepler nedir? Dini fanatizmin inşasında din nasıl kullanılmaktadır? Fanatizm dini alanda nasıl tezahür etmektedir? Daha önemlisi cemaat ehli Müslümanlar 15 Temmuz gibi kanlı bir tecrübenin ardından kendilerini gerçekten yeterince sorgulayabildiler mi? Evet, Birileri 15 Temmuz’u fırsat bilip cemaatlerin fanatik yüzü üzerinden İslam ve Müslümanlarla hesaplaşmaya giriştiler. Ancak bu tür kötü niyetli linçleri bir kenara bırakırsak toplumda cemaatlere karşı yükselen eleştiri ve hatta önyargılar kesinlikle haksız değil. Müslümanlar, hatalardan ders çıkarmadıkları sürece benzeri toplumsal acıları yaşanmaları kaçınılmaz olacaktır. Dini fanatizmin ne gibi etkenlerle oluştuğuna dair görebildiğim bir kaç faktörü şöyle sıralayabilirim.
1-Dinin sınırlı kaynaklardan öğrenilmesi
Dini fanatizm; bir dine, mezhebe, cemaate veya tarikata körü körüne bağlanmaktır. Başka bir ifadeyle sahip olduğunuz din anlayışını ve bu anlayışı kazandığınız kaynakları yeterince eleştiriye tabi tutmamaktır. Bu tür bir özeleştiri vahiy ve akıl ile yapılır. Din adına konuşan kişi ve grupların gerçekten ne kadar dinden hareket ettiklerini anlamak için dinin temel kaynaklarına ne kadar başvurduklarını gözlemlemek mecburidir. Dini grupların çoğu takipçileri ile dinin ana kaynakları olan Kuran ve Sünnet arasına mesafe koymuş durumdalar. Birçok grup, Kuran’ın önüne cemaat liderlerinin yazdıkları eserlerini; Peygamber’in s.a.v. örnekliğinin önüne kendi liderlerini geçirmiş durumdalar. Tabi olanların ufku tabi oldukları kişilerin ufku kadar, bilgi edinme ve okuma skalası ise tabi olunan grupların yayın evleri ve sundukları sınırlı muhtevaya sahip kitaplar kadardır. Dikkat edilirse birçok dini grup Kuran dışında belli eserlerle, Peygamber s.a.v. dışında belli şahısların isimleriyle anılırlar. Fakat kendileriyle konuşulduğunda hepsi Kuran ve Sünnet çizgisinde hareket ettiklerini belirtirler. Bu tür bir fanatizme saplanmış kişilerin dilinden ayet ve hadislerden çok, takip ettikleri dini liderin sözleri, hikayeleri ve görüşleri düşmez. Böylesi bir durumda içine düşülen yaman çelişki şudur; Sadece kendi dini lideri veya takip edilen cemaatsel eserler üzerinden Kuran ve Sünneti öğrenen bir Müslüman, hangi Kuran ve Sünnete göre takip ettiği çizginin İslam’a uyup uymadığını tespit edecektir? Nitekim bir alimin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi “İslam’da şahıslara bağlılık yoktur. Şahıslar Kuran ve Sünnete bağlı oldukları derecede ittiba görürler.”
Ülkemizde tanınan bir cemaat lideri olan Said Nursi’den örnek verelim. Said Nursi eserlerinde benim sözlerimi Kuran ve Sünnete göre ölçüye vurun. Eğer sözlerimde Kuran ve Sünnete uymayan bir söz varsa onu almayın demektedir. Kuran ve Sünnet diye sadece Said Nursinin eserlerini bilen, din diye öğrendiği bilgileri tamamen Said Nursi’den öğrenen bir takipçisi başka hangi kaynağa nasıl müracaat edip de Said Nursi’nin fikirlerinin sağlamasını yapabilecektir? Halbuki Müslümanlar, cemaatsel kaynaklarına harcayacakları zamanın birazını Kuran’a, Hadislere ve bunları ele alma metotlarına yöneltebilseydiler böylesi bir çelişkiye düşmemiş olacaklardı. Şöyle bir örnekle açalım; Hayatı boyunca meyve olarak sadece nar yiyen bir insanın, en güzel meyvenin nar olduğunu savunabilmesi için diğer meyvelerden de belli ölçülerde tatması gerekmektedir. Aksi halde bütün meyveler arasında en güzel meyvenin nar olduğunu neye kıyas ederek belirleyecektir? Dikkat edilirse her grubun beslendiği sınırlı bir alimler ve kitaplar zümresi mevcuttur. Hangi dini gruba yönelirseniz yönelin, sufi, selefi, şii, nurcu, süleymancı, nakşibendi, kadiri, vahhabi, cihatçı, mealci, modernist, gelenekçi gibi, nasıl adlandırılıyorlarsa adlandırılsınlar, hepsinin beslendiği kaynaklar sınırlıdır. Birbirlerini asla okumazlar. Büyük çoğunluğu diğer grupların kaynaklarını, yayınlarını “öteki” diye etiketlemekte ve taraftarlarını onlardan ısrarla uzak tutmaktadırlar. Bu da eleştirel bir düşünce için olmazsa olmaz bir gereklilik olan “karşılaştırmalı okuma” imkanının kaybolmasına neden olmaktadır. Haliyle herkes kendi grubu içinde kapalı, dar görüşlü ve belli bir şablona hapsolarak kalmaktadırlar.
2-Kutsiyet atfedilerek yüceltilen dini liderleri sorgulamanın imkansızlığı
Dini fanatizmin bir başka tezahürü ise takip edilen dini lider ve kaynaklara dini/manevi bir zırh giydirilmesidir. Fanatiğin gözünde, takip ettiği dini lideri nerdeyse hatalardan münezzeh bir konumdadır. Onun sözleri vahiyden damlalar gibidir. (!) Adı anılırken dahi isminin öncesine veya sonrasına Hazret, Hocaefendi, Muhterem, kaddessallahu sirrahu vb. taltiflerde bulunmak mecburidir. Aksi saygısızlık olarak görülebilir.(Bunu birebir yaşadığım için söylüyorum:)) Çünkü bir fanatiğin liderinde ne ararsanız vardır; Takvaysa en takvalı insan odur, Kurana ve sünnete ittiba ise onun lideri en mükemmel şekilde dini yaşamaktadır, ilim derseniz derya deniz… Önyargılar her zaman olumsuz oluşmaz. Hüsnü zandaki aşırılıklar sebebiyle lidere beslenen yüksek muhabbet ve saygı gibi duygular da aslında önyargı oluşturur. Karşıdakini olduğu gibi göremez hale gelirsiniz. Öyle ki her davranışında bir hikmet aranan bu liderin; içtiği suyun, yediği yemeğin artığını elde etmek, bastığı yere ayak basmak, hatta bir bakışı ile müşerref olmak büyük bir ayrıcalıktır.
İslam’ın temel bilgi kaynakları olan ayet ve hadislere göre değil de Keşf, Keramet, Rüya, İlham gibi bilgi kaynağı olarak dinde bağlayıcılığı bulunmayan yöntemlerle, dini liderlere bir çeşit kutsallık atfedilir. Bu durum bazen öylesine aşırı bir hal alır ki Allah’ın sıfatları, kendisine verilmek suretiyle şahıslar yüceltilmeye başlanır. Muhatabının kalbinden geçen her şeyi bilen, müridinin gece yatağında kaç kere döndüğünü dahi -özel hayatı hiçe sayarak- kontrol edebilen, zamanın ve mekanın kendisine genişleyerek zaman ve mekandan münezzeh bir konuma yerleştirilen, zor duruma düşüldüğünde ve yardım dilendiğinde yardım isteyen nerde olursa olsun yardımına yetişen… kısaca süper güçlere sahip bir lider profili oluşuyor. Bir Müslümanın sadece Allah için düşünebileceği özellikler; Allah’ın her şeyi bilen (el-Alim), her şeyden haberdar olan (el-Habir), dost olup yardım eden (el-Veliyy), gören ve işiten (el-Basir, el-Semi’), her şeye güç yetiren (el-Kadir) gibi isim ve sıfatları dini liderlere verilerek manevi bir dokunulmazlık içerisine sokulmaktadırlar. Bu tür bir dini cemaat ortamında liderlerin yüceliğini anlatan menkıbeler daha o yaşarken havada uçuşmaktadır. “Şeyh uçmaz mürit uçurur” şeklinde darbımesel olarak ifadesini bulan böylesi bir vaziyette liderin etrafı mitolojik unsurlarla kuşatılmış durumdadır.
Böylesi ortamlarda din, işlerine gelen kısımları ile kırpılarak anlatılmaktadır. Yani din tam olarak anlatılmaz. Buralarda Allah dostlarının ve alimlerin faziletleri, onları takip etmenin gerekliliği etrafında yoğunlaşmış bir dini söylem hakimdir. Çünkü takipçileri itaat ettirmek, onları teslim alabilmek için dini bu şekilde anlatmak zaruridir. Herhangi bir eleştiri durumunda fanatiklerin ilk itirazı “siz Allah dostlarının faziletini ve keramet gibi çeşitli manevi hallerin olabileceğini red mi etmektesiniz” şeklindedir. Çünkü bu sayede karşıdakini belli bir “sapkın” görülen dini düşünceye atfederek kodlayacaktır. Bir takım müslümanların ibadet, ilim ve takva yönünden diğer insanlara üstün olması gayet normaldir. Çekilmek istenilen bu tür tartışmalara girmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Çünkü göz ardı edilen can alıcı soru/sonuç şudur; Manevi hallere sahip olduğuna inanılan bir dini lider nasıl eleştirilebilecektir? Zihinde böylesi kutsal bir pozisyona yerleştirilen lider, eleştirel düşünme eylemine nasıl konu edilecektir? Bu kadar yüce bir şahsiyetin yanılması mümkün müdür? Ya da yanıldığını nasıl anlayacağız? Lider kutsallaştırılarak gelen bütün eleştirilerin önü alınmaktadır. Bugün birçok Müslüman bu handikapta boğulmakta, vahiy ve akıl ışığında eleştirel düşünme yeteneğini kaybetmektedir. Öyle ki bağlı oldukları liderlerinin, dinen haramlara dahi girseler, her hareketinde bir hikmet arayacak kadar fanatik olanlar azımsanmayacak kadar çoktur.
3-Potansiyel ile gerçekliğin karıştırıldığı kurtarıcılık misyonu
Kutsallaştırılan liderlere ahirette kurtarıcılık rolü verilerek körü körüne bağlılıklar pekiştirilmektedir. Bir fanatik, Allah ve din adına liderine ahirette “kesin” bir paye vermekten çekinmez. Peygamber’in s.a.v. “Ey kızım Fatıma! Babam peygamber diye güvenme Rabbine karşı kulluk vazifeni yap.” şeklindeki kendi kızına ve peygamberlik konumuna bakmadan, ahiretteki kurtuluşu kişinin kendi çabasına bağlayan tutumuna rağmen fanatik oldukça cesurdur. Bunun için de dindeki şefaat, müceddid, mesihlik, mehdilik, alimlerin fazileti gibi mevzular gayet kullanışlı enstrümanlardır. Dışarıya söylemeye kolay kolay cesaret edemezlerse bile birçok grup kendi liderine mehdilik ve mesihlik gibi payeler biçmektedirler. Ancak kıyamet günü liderinin sancağı altında toplananlara şefaat edileceği ve cennete girecekleri şeklindeki vaatler açıktan sık rastlanan vaatlerdir. Tıpkı Ortaçağ Avrupasında Katolik Hristiyan din adamlarının insanlara cennet vaat etmesi gibi… İçine düştüğü fanatik ruh haliyle sağlıklı düşünemeyen fanatikler, potansiyel ile gerçeği karıştırarak bu propagandalara kanmaktadırlar. Potansiyel olan şudur: Bir müslüman takvaca Müslümanların çoğundan üstün olabilir. Büyük ihtimal cenneti de hak ediyordur. Belki bu yüzden Allah kendisini keramet denilen durumlarla da imtihan ediyordur. Hatta belki ahirette şefaat yetkisi de vardır. Gerçek olan ise: Tüm bunların ölümden sonra bilinebileceğidir. Son nefese kadar imtihan edilen, ömrü boyunca cennetliklerin yaptığı işleri yapıp ölmeden cehennemliklerin yaptığını yapabilecek olan bir insanın akıbetinin ölümden sonra bilinebileceğidir. Bu sebeple gaybten haber alıyormuşçasına, cenneti garantilemişçesine bir takım insanlara -ne kadar takvalı olurlarsa olsunlar- cennetlik muamelesi çekmek dinde aşırılıktır. Peygamber dışında ise kimse masum değildir. Böylesi bir durumda daha hayatta iken ahirette bize şefaat edecek ve bizi kurtaracak düzeyde olduğu kabul edilen bir insanın görüşlerinin yanılmaz olduğu nasıl düşünülebilir? Ahirette kurtarabilecek kudrette olan bu dünyada bizi nasıl yanıltacaktır ki? Böylesi bir zihin yapısıyla masum olmayan insanlara bir hata payı bırakmak nasıl mümkün olacaktır?
4-Din ile Din yorumunun ayırt edilememesi
Dini fanatizmin en belirgin özelliklerinden birisi de kişinin kendi din yorumunu mutlak doğru olarak kabul etmesidir. Fanatik, kendi din anlayışını mutlak hakikatin yerine koyar ve dini meselelerde en doğrusunun kendisine, liderine veya grubuna ait olduğunu düşünür. Bu ise dini düşünceyi tek tipleştirerek ona herhangi bir yanılma payı bırakılmamasına neden olmaktadır. Fanatikler büyük, küçük, önemli önemsiz, tartışılabilir her meselede takipçilerinin kendileriyle veya liderleriyle tamamen aynı düşünmesini istemektedirler. Kendileri ile aynı düşünmeyenleri ise bir şekilde sapmış görerek ötekileştirmektedirler. Yapılabilecek olası eleştiriler hoca efendilerin dokunulmazlık zırhı ile engellenecektir. Genelde “hocamız bilmeyecekte sen mi bileceksin” ya da “bu kadar alim bilmiyor da sen mi biliyorsun” şeklinde tepkiler ortaya konulmaktadır. Tabi “bu kadar alim” ifadesiyle çoğunluğun bir görüşü benimsemesinin o görüşün kesin doğru olduğu(?) anlamında yapılan vurgu sizi yanıltmasın, dini fanatiğin beslendiği kaynaklar ya bir mezhebin bir kaç alimiyle ya bir iki fıkıh kitabıyla ya da bulunduğu grubun bitmez tükenmez bir döngü içerisinde beslendikleri üç beş kaynakla sınırlıdır. Normalde, doğru veya yanlış fark etmez, fikri bir eleştirinin yine fikri düzeyde bir cevapla karşılık bulması gerekirken fanatik, yapılan eleştiriyi liderinin(üstad,hocaefendi,şeyh vs.) ne kadar üstün bir fazilete sahip olduğuyla cevaplandırır. Bunu da liderinin çokça ibadet eden, birçok “büyük” alimden dersler alan, nice manevi hallerine şahit olunan birisi olduğunu anlatarak yapar. Halbuki örneğin; iki çarpı ikinin cevabının beş değil dört olduğu (yada dört değil beş olduğu) şeklinde eleştiri yapan bir matematikçiye; matematiksel formüllerle değil de iki çarpı ikinin beş olduğunu savunan matematikçinin çok büyük bir matematikçi olduğu, alanında en uzman matematikçilerden dersler aldığı, en iyi üniversitelerde okuduğu, hatta çok büyük matematiksel keşifler yaptığı şeklinde bir cevap vermek tutarsızlıktır. Ancak kendisi için “güneş” konumunda olan lideri karşısında aklı tutulan fanatik bu tutarsızlığı kavrayamaz. Haliyle yapılan yanlışları başka kaynaklara, görüşlere ve eleştirilere kulak tıkadığı için fark edemez. Kendi din yorumunu mutlak doğru düzeyine çıkarır.
Dinin, kişinin içtihadına(görüş) bıraktığı konularda kendi liderlerinin içtihadını en doğrusu olarak kabul eder. Bu konuda dinin esnek ve çoğulcu yapısından habersizdir. İçtihadın ne olduğunu, nelerin içtihada tabi olabileceği, nelerin hangi ölçüde yorum ve tevil kabul edebileceğini bilmez. Dinin rahmet olarak gördüğü içtihada ve ihtilafa açık bıraktığı konuları, itikadi/imani konular düzeyine çıkarır. Kendi görüşüne iman ederken öteki görüşleri çoğu zaman küfürle eşdeğer olarak görür. Onlara yaşama hakkı tanımaz. Ancak karşısındakini dışlama dili her zaman tekfir etmek biçiminde tezahür etmez. Açıktan karşıt görüşü kafirlik ve dinden çıkmakla suçlamasa da aslında zihninde nerdeyse dinden çıkmakla eşdeğer kıymet atfettiği bazı kalıplarla karşıdakini dışlar. Bunun en yaygın görüneni karşıt görüştekini “ehli sünnetten çıkmak” olarak itham etmektir. Ya da itikadı bozulmuş, bidatçi, indirilen din mensubu, vehhabi gibi başka ifadeler kullanılabilir. Burada sorulması gereken şudur: Karşıt görüşlere hayat hakkı tanımayan, onları dışlamadan önce en azından ne dediğini anlamaya çalışmayan, bu konuda en asgari tahammül gücüne sahip olamayan birisi, kendisinin ve tabi olduğu grubun görüşlerini başka görüşlerle nasıl karşılaştırma imkanı bulacaktır? Ya da kendi görüşünün eleştirisini yapmayan, eleştirilere hayat hakkı tanımayan birisi eğer varsa kendi yanlışlarını nasıl tespit edebilecektir? Çünkü her şey zıddıyla kaim olduğu için doğrular ve yanlışlarda tezatlarıyla anlaşılabilirler. Aksi halde, toplumdan kopuk, bütün dünyası içinde bulunduğu grupla sınırlı, ufku takip ettiği liderin ufku kadar geniş türlü türlü fanatizmler ortaya çıkmaktadır.
5-Dini, şekil ve ritüeller üzerinden ele alan indirgemeci yaklaşım
Tek tipçilik sadece düşünsel açıdan tezahür etmez. Bütün fanatik yapılarda kılık, kıyafet, şekil, şemail gibi biçimsel açılardan da tek tipleşme

mevcuttur. Öyle ki kimi dini gruplar ayırt edici kılık kıyafetleri ile tanınmaya başlamışlardır. Bunlardan bazıları şöyledir: Uzun sakallı, badem bıyıklı, sarıklı-şalvarlı, çarşaflı, feraceli, siyah başörtülü, lacivert takkeli, bastonlu, yandan cepli pantolonlu, başörtüsü önden düğümlenmiş gibi. Bir kısmı ise sahip olduğu kılık kıyafetin İslam’a uyan en doğru biçim olduğu iddiası üzerinden şekilci yaklaşımlarını din üzerinden temellendiriyorlar. Ne düşüneceğinden ne giyeceğine kadar tek tipleştirilen fanatikler, çoğu zaman şekli öylesine öne çıkarırlar ki şeklin ihtiva ettiği manayı unuturlar. Şekilcilik zamanla düşünme biçimlerine ve dini yaşayışlarına sirayet eder. Böylelikle işçisinin hakkına girerek cami yaptıran, toplumda yalancı ve iftiracı olarak tanınırken hacı olmayı ihmal etmeyen, her türlü torpil ve kayırmacılığı kaçırmazken hz. Ömer’in adalet hikayeleriyle ağlayan, Namazı beş vakit, camide kılarken insanların elinden ve dilinden emin olmadığı tipler ortaya çıkıyor. İbadetin ahlaktan arındırıldığı ve dinin yerini diyanetin aldığı şekilci bir dindarlık fanatizmin en belirgin görünümlerinden biri haline geliyor. Fanatik zihinlerde dindar veya Müslüman olmanın belirli şekillerle özdeşleşmesi sonucu kendileri gibi olmayan insanlar, ötekileşmiş bir şekilde zihne kodlanıyorlar. Takva ve ahlakı, sahip olunan sakalın boyuyla ölçen fanatikler, gayri İslami bir görüntüye sahip olduğunu düşündükleri kişilerin imanını ve ahlakını dış görünüşleri üzerinden tanımlamaya cüret ediyorlar. En doğru imana ve ahlaka kendisinin sahip olduğunu sanan fanatik için, imanın ve ahlakın kriteri şekle indirgeniyor ya da şekilsel sınırlara hapsediliyor. Böylesi bir durumda şu türde bir sorgulama yapmak gerekir: Belli bir dini şeklin ahlakla rasyonel bir ilişkisi nasıl kurulabilir? “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır.”(Hac 37) ayetinin ve “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.” (Müslim) hadisinin muhtevası ile şekilci dayatmalar nasıl bağdaşır? Ahlaklı olmak Müslümanlara mı mahsustur? Ya da takvalı olmak Müslümanlar içindeki belli bir şekle sahip gruplara mı mahsustur?
6-Zulme uğramış Müslümanlar veya kurtarılması gereken Ümmet
Dini fanatizm Müslümanların bazen kendisini Müslümanların uğradıkları sömürü ve işgaller üzerinden görünür kılıyor. Bilindiği gibi İslam dünyası iki yüz yıldır bir çöküş içerisinde. Batı en katı ve kuşatıcı biçimde emperyal hedeflerle İslam dünyasının üzerine çöreklenmiş durumda. İslam alemine yapılan saldırılar ya doğrudan sömürgeciler tarafından yada onlarla iş tutan yerli iş birlikçiler üzerinden yapılmakta. Sömürgeci güçlerin Müslüman ülkelerdeki işgal, zulüm, katliam ve tecavüzleri karşısında kurtuluş ideolojileri şeklinde tezahür eden aslında çeşitli metotlar ve arayışlar ortaya çıkıyor. Bu arayışlar neticesinde ortaya çıkan kimi dini gruplar taraftarlarını, hamasi söylemlerle, dinin bütünlüğünü bozarak daha çok siyasi yönünü öne çıkaran anlatımlarla, Müslümanların uğradığı mağduriyet üzerinden söylem geliştirerek çeşitli aşırılıklarda bulunmaya yöneltebiliyorlar. Çağa ve koşullara göre değişen metotları iman meselesi haline getiren bu tür yapılar, İslam’ın Müslüman olmayanları tanımlamak için kullandığı küfür, şirk, nifak gibi kimi kavramları ümmetin derdiyle dertlenmemek, dünya sevgisi ve ölüm korkusu taşımak, kafirlere taviz vermek gibi ithamlarla zaaf içerisindeki Müslümanlara üstenci bir dille yöneltebiliyorlar. Acilci bir yaklaşımla şiddet eylemlerine ya da cihat meydanlarında İslam hukukunu hiçe sayan uygulamalara başvurabiliyorlar. Bir an önce işgalleri bitirip Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek veya İslam hilafetini(?) hakim kılmakla her şeyin çözüleceğini düşünen bu tür fanatikler, çoğunlukla; ıslaha değil inkılaba, tahkike değil taklide, düşünceye değil duyguya, manaya değil lafza önem veriyorlar.
İşbirlikçi rejimlerin zulme uğrattığı müslümanların mağduriyetleri üzerinden dini fanatizm körüklenebilmektedir. Ülkemizde bu duruma yakından şahit olduk. Geçmişten günümüze şapka yasağı, türkçe ezan, dini değerlerin tahfife alınması, başörtüsü yasağı gibi uygulamalarla baskıya uğrayan dindarların bu mağduriyetleri üzerinden kul hakkı yiyerek devlete sızmak, Müslümanlar yararına bir yerlere gelmek bahanesiyle ortaya çıkan sapma da bir çeşit fanatizmdir. Böylesi durumlarda Müslümanların uğradığı zulümler istismar edilerek Müslüman zihinler teslim alınmaya çalışılmaktadır. Halbuki hakikatin ölçüsü her şartta Kurani ilkeler olmak zorundadır. Burada sorgulanması gereken şunlardır: Allah yolunda canını verecek kadar samimi olmak, yerinde oturmayıp cihat etmek doğru bir din anlayışının yada metodun garantisi midir? Zulme uğramış olmak her türlü metodu mübah yapar mı? Haram ve helalin kriteri dinin kati emirleri mi yoksa Müslümanların maslahatını gözetmek midir? Ya da zindana girmiş bir alimin dini için çeşitli bedeller ödemiş olması görüşlerinin ve fetvalarının doğruluğuna delil teşkil edebilir mi? Hakikat sadece böylelerinin tekelinde midir? Veya duyguları tahrik eden bir anlatımla; bacısı tecavüze uğramış, ailesi katledilmiş, kendisi işkenceye uğramış olmak bir Müslümana kendisine bu acıları yaşatanlara misliyle mukabele edip onların sivillerini öldürmek, şehirlerini yakıp yıkmak hakkını verebilir mi? Cihat, şehadet ve zulüm yoğunluklu bir din anlatımı parçacı bir yaklaşım olmaz mı?
7-Tersten Fanatizm
Son olarak belirtmekte yarar görüyorum. Bir takım dindarların yukarıda tasvir etmeye çalıştığım türde bir fanatizme sürüklenmelerini görüp tüm dindarlara ve dini gruplara “fanatik olabilecekleri” ön yargısıyla yaklaşan Müslümanlar da yine bir çeşit dini fanatizme düşmektedirler. Ben bunlara tersten fanatikler diyorum. Çünkü yazıda anlatıldığı türden fanatik düşünce ve grupların dışında kalmak, kişiyi ön yargılardan arınmış, körü körüne bir şeylere bağlanmaktan kurtulmuş özgür düşünceli bir birey yapmaz. Tersten fanatikler bunu göz ardı etmektedirler. Son yıllarda sivrilen dini fanatizmle doğru orantılı olarak tersten fanatizmde artmaktadır. Hatta böyleleri içinde oldukça kibirli, kendinden emin, diğer tüm dindarları kindar, şabloncu, dar bakışlı, yobaz görecek kadar sivrilen tipler de oldukça geniş bir yekun tutmaktadır.
Peki dini fanatizmin reçetesi nedir? Ya da Aliya İzzetbegoviç’in daha veciz ifadesiyle “İhtiyaç duyduğumuz şey inanan insanlar mıdır? Yoksa düşünen insanlar mı? Bunlar birbirlerini dışlar mı?” Bu sorunun cevabı başlı başına bir başka yazının konusu olacak genişliktedir. Ancak eleştiri yaptığım yerde çözüm önermeyi ahlaki bir prensip olarak görmekteyim. Bu açıdan, kendimce, şöyle kısa bir öneride bulunabilirim; Her bir Müslüman kendi paradigmasını inşa edecek düzeyde kendisini geliştirmek zorundadır. Liberal bir bireyciliğin ya da modern aklın tuzağına düşmeden inancınızı kendisi üzerine inşa edeceğiniz bir düşünce yapısı oluşturun. Düşünmek işini başkasına bırakmayın. Bu tür bir bilinçle hareket edebildiğiniz taktirde önünüze en değer verdiğiniz kutsallar adına konulsa dahi her şeyi sorgulayarak, karşılaştırarak, tahkik ederek kendi süzgecinizden geçireceksinizdir. Muhakkik bir duruşa sahip olmanın yolu, kendinize her daim yanılma payı bırakmak, her türlü alternatif görüşlere hayat hakkı tanımak, bununla da kalmayıp onlara kulak vermek ve karşılaştırmalı okumalar yapmaktan geçmektedir.
Not: Fanatizm tabi olanlar ile tabi olunanlar arasında gerçekleşen çift yönlü bir aşırılıktır. Kendisine tabi olunan dini, siyasi, ideolojik liderlerin; kendilerinin yüceltilmelerini nasıl karşıladıkları, bu duruma nasıl tepki verdikleri ya da bu durumu nasıl pekiştirdikleri ilginç bir konu olmakla beraber başka bir yazının konusu olabilir. Yazı içerisinde Hişam et-Talib’ten yaptığımız alıntı bu konuda güzel bir ipucu vermektedir.