Avrupa-Merkezcilikten Arındırılmış Bir Marksizm

Samir Amin’in Yordam Kitap’tan çıkan Avrupa-Merkezcilik; Bir İdeolojinin Eleştirisi kitabı son okudğum kitap. Kitap hakkında genel değerlendirmelerimi paylaşacağım. Okuyup okumamak size kalmış. Kitabı Avrupa-Merkezcilik hakkında genel bir değerlendirme ve bilgi edinirim amacıyla okudum. Fakat kitap daha çok Marksizm bağlamında Avrupa-Merkezciliği ele almış. Yazar Marksizmin Avrupa-Merkezci yorumlanışına itirazlar getirmiş ve tabiki marksist her yazardan bekleneceği gibi mevzuyu kapitalizm üzerinden ele almış. Marksist yazarlar biraz böyle, tarih olsun psikoloji olsun hangi alanda olursa olsun ne mesele varsa muhakkak tarihi maddecilik üzerinden haliyle kapitalizm bağlamında meseleleri ele alıyorlar. Yazar da böyle yapmış Avrupa-Merkezciliği değerlendirirken. Ama bence Marksizme dair bazı faydalı çözümlemeler yapmış. Bir yandan kaba marksizmi bir yandan Avrupa-Merkeziciliği eleştirmiş.

Müslüman bir zihin açısından yazar da nihayetinde Avrupa-Merkezciliğe düşmüş. Öncelikle bu noktadaki bir eleştirimi getireyim sonra kitabın ana hatlarına dair bazı değerlendirmeler yapacağım. Marksizm de nihayetinde Avrupa aydınlanmasının çocuğudur. Bu haliyle yazar Avrupa-Merkezciliğe ne kadar eleştiri getirirse getirsin, ne kadar Avrupa-Merkezcilik dışından bakmaya çalışırsa çalışsın satır aralarında kendiside Müslümanca yahut İslam kültürü içerisinden bakıldığı zaman Avrupa-Merkezcilik hatasına düşmüş. Bunda Marksistlerin batının fikir çeşmesinden su içtikleri kadar kendi kültürel ve tarihi pınarlarından yeterince beslenememiş yahut bunlara yabancılaşmış olmalarının da payı var. Mesela yazar dört halife döneminden bahsederken teokrasi kavramını kullanıyor. Yahut İslam ortaçağından bahsederken İslam Skolastiği şeklinde Skolastisizim kavramından yararlanıyor. Yahut antik mısırı ele alırken ilerlemeci tarih penceresinden yaklaşıyor. Yine din-bilim çatışmasını İslam dini değerlendirmelerine salça etmeden geçemiyor. Konu din olunca doğuya metafizik üzerinden yaptığı ufuk açıcı eleştirilere tersten kendisi de düşüyor.

Skolastik kavramını kullanırken de yahut İslam bağlamında akıl-vahiy değerlendirmelerinin arkaplanında din-bilim çatışması fikrini satırlarına taşırken de yazar Avrupa-Merkezci bir yaklaşımla hareket ediyor. Yazarla konuşma imkanım olsa yüzyüze, bana kültürcü milliyetçilik yapıyorsun diyeceğinden eminim bu eleştirilerim açısından. Ama gerçekte öyle değil, Çünkü Batıya karşı köktenci bir tutumum yok, Batının sadece teknolojisinden değil fikir ve ideolojilerinden de yararlanmamız gerektiğini düşünüyorum. Yahut doğu ve İslam kültürünü Batı karşısında üstte tutuyor değilim. Herhangi bir üstünlükçü, ırkçı söylemden uzağım bu kültürel de olsa. Fakat İslam tarihi açısından baktığımızda Avrupa ortaçağındaki gibi bir din-bilim çatışması yaşanmamış. Münferit bir takım örnekler olmuşsa da bu geneli temsil etmemiş. Dolayısıyla Ortaçağ Avrupa skolastiği gibi bilimin karşısına Allah adına konuşan kurumsal yapılar çıkmamış. Bilim vahiy adına skolastik biçimde teslim alınmaya çalışılmamış. Bilakis İslam açısından vahiy bilimi teşvik etmiş. Onu anlamamışsa bile onunla çatışmaya girmemiş. Ortaçağ Avrupasında ise papanın tanrının temsilcisi olması, kilise kurumunun din adına bilimle çatışması, engizisyon mahkemeleri gibi olaylar yaşandığı için Avrupa aydınlanmacı aklının konu din olunca hemen bilimle çatışma beklentisi içine girmesi yahut siyasi alanda direk dini dışlama çabası içine girmesi anlaşılır bir durum. Oysa yazar Avrupa özelinde yaşanan birtakım tecrübelerin oluşturduğu zihinsel kodlarla hareket ederek İslam hakkındaki değerlendirmelerini yapmış. İslam metafiziği içindeki akılcı eğilimlere, İbni Rüşte bu rasyonalist refleksle  özellikle temas etmiş.

Yine teokrasi kavramsallaştırması laikliğin zıttı olup Avrupa denilen bölgenin kendi sınırları içinde yaşanan tarihi tecrübeler doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Teokrasinin İslam’da bir karşılığı yokken yazar yine İslam siyaset ilişkisine dair değerlendirmelerinde teokrasi kavramını kullanmış. Teokraside sırf din adamıdır diye birileri siyasette otorite talebinde bulunurken İslamiyette dini yönetimde dindarlık ve ruhbanlık değil liyakat esas olmuştur. İslam tarihinde ise devlet yönetiminde çoğunlukla dini değil örfi hukuk hakim olmuştur. Kurumsal ruhban yapıları İslam tarihinde bulunmadığı için siyasete teokratik biçimde bir müdahalede bulunulmasına gerekte olmamıştır. Hatta yazar bir yerde İslamcılığı değerlendirirken Mısırlı ünlü İslamcı Seyyid Kutup’un laikliğin aslında Hristiyanlığa uyan bir düşünce olduğunu ifade ettiğini belirterek bunu cehalet olarak nitelemiş. Oysaki Kutup bu düşüncesinde iki açıdan haklıdır; birincisi İslamda kişi ile Allah arasında ruhbanlık veya ruhbanlık kurumları olmamıştır, haliyle teokratik denecek bir ruhban yönetimi tecrübe edilmemiştir. Bu çerçevede teokrasinin zıddı olarak lakiliği geç dönem hristiyanlığın siyasete teokratik müdahalesi bağlamında düşündüğümüz zaman Kutubun tespitini anlamlı bulabiliriz. Çünkü laiklik Hristiyanlığın teokratik idiaları koşullarında anlamını bulmaktadır. İkincisi Kutup dönemi İslamcı aydınların birçoğunun eserlerinde rastladığımız gibi, Erken dönem Hristiyanlık mevzu siyaset ve yönetim olunca “Sezar’ın hakkı Sezar’a” görüşünü benmisemiştir. Bu açıdan Hristiyanlığın siyasallaşmadan önceki döneminde Hristiyanlık açısından da yönetimde laik bir anlayış esas olmuştur. Her iki durumda da Kutup’un tespiti yerinde iken Samir Amin, kendi kültürel kodları ve geçmişi açısından çok fazla Avrupa-Merkezci bir zihin yapısına sahip olduğu için Kutup’u cehaletle itham edebilmiştir.

Yine yazar İbni Haldun’a da değinerek döngüsel tarih anlayışını reddetse de nihayetinde buda güçlü bir görüş olup tarihe ilerlemeci bir bakışla bakma mecburiyetimiz bulunmamaktadır. Döngüsel bakmamız tarihi ilerlemeleri yok saymak anlamına gelmez halbuki. Yahut hem döngüsel hem ilerlemeci bir tarihsel çizginin olduğunu varsaymakta çokta yanlış bir düşünce olmaz. Buna rağmen Antik Mısır ve daha birçok tarihsel değerlendirmelerinde tamamen ilerlemeci bir bakışla hareket etmiştir. Daha ilginci zaten Avrupa-Merkezcilik kendi varlığını ilerlemeci tarihi kurgulara(antik yunan,roma,Hristiyanlık,rönesans,kapitalizm) borçlu iken bu bakışı kendisininde devam ettirmesi Marksizmi tarihi maddecilik merkezli bir dayatmaya götürmektedir. Çünkü her türlü ilerlemeci ve determinist anlatının sonucu bizi bir şeyleri dayatmaya götürecektir.  Dolayısıyla bu gibi dayatmalardan veya üsttenci iddialardan kurtulmamızı sağlayacak farklı düşünsel perspektiflere ihtiyacımız bulunmaktadır.

Yazarın Marksizm açısından Avrupa-Merkezci çözümlemelerine gelirsek, oldukça güzel tespitler ve öneriler sunduğunu düşünüyorum. Tabi bugün Marksizm filan kalmadı, ama diğer düşünceler açısından örnek gösterilecek ufuk açıcı bir perspektif sunduğunu düşünüyorum. Çünkü Avrupa-Merkezcilik kritiği yeterince yapılması gereken düşünsel bir hastalıktır. Aksi halde zihinlerin sömürgeleşmesi işten bile değildir. Yine yazar, Kapitalizm neden ilkin Avrupa’da ortaya çıktı sorusuna da kendi kavramsallaştırmaları açısından, Avrupa-Merkeziliğe düşmeden çözümleme getiriyor. Fakat yeri geldikçe bu çözümlemelerine eleştiriler yapacağım. Maalesef kitabın dayandığı bazı koca iddialar ciddi açıklar barındırıyor.

Samir Amin, merkez-çevre kavramlarını düşüncesinin merkezine yerleştiriyor. Sınıf mücadelelerini merkez ve çevre arasındaki çatışmalar üzerinden ele alırken örneğin kapitalizmi merkezi kapitalizm ve çevresel kapitalizm şeklinde ele alıyor.   Yine Haraççı üretim kavramını Marksist tarihi ilerleme aşamaları bağlamında yenilikçi bir şekilde ele alıyor. Klasik Marksist anlayışta tarihi ilerleme ilkel komünal dönem, köleci dönem, Feodal Dönem, Kapitalist ve sonra Komünist dönem şeklinde ele alınır. Yazar ise köleciliği ara geçişlerde savaş esirleri veya dış ticaretin canlı olduğu toplumlar üzerinden ele alıyor. Köleciliğin bir dönem değil sürdürülmesi imkansız istisna bir durum olduğunu savunuyor. Feodalizmi ise Haraççı üretim tipinin Avrupa bölgesi özelinde çıkmış çevresel bir örneği  olarak görüyor. Bu müdahalesi ile Avrupa dışı toplumları feodalizm üzerinden okumayı reddeden yazar, Avrupa-Merkezci Marksist yorumlardan ayrılarak kendi düşüncesini Avrupa-Merkezilikten kurtarıyor. Haraççı üretim tarzının altyapı olduğu kültürel durumu Merkezi haraççı kültür ve çevresel Haraççı kültür şeklinde ikiye ayırıyor.  Ayrıca yazar, Sosyalizmi Komünizme ara geçiş anlamında kullanıyor.

Merkezi Haraççı Kültürel ortamda mal, kullanım değeri üzerinden işlem görürken olabilecek artık üretimler kapitalist atılımı gerçekleştiremeyecek kadar yetersizdir. Bu kültürel ortamda devlet ve sınıflar arası ayırım billurlaşmıştır. Devlet, Feodal bey yahut herhangi bir otorite köylünün, küçük üreticinin malına haraç namına çöker. Onu sömürür. Ancak malın üreticiden devletin eline geçmesi de yine kullanım değeriyle olur. Devlet de malı daha çok kullanım değeri üzerinden kullanır. Malın üreticiden egemen sınıfların eline geçmesi malın metalaşması yahut değişim değeri amacıyla kullanılması değil sadece değişim veya aktarım anlamına gelmektedir. Malın değişim değeri açısından kullanılması kapitalist kültüre özgü bir durumdur yazara göre. Ama tabi haraççı dönemde egemen sınıflar, üretici güçleri sömürmektedir. Devletin ve sınıfsal yapının iyice belirginleştiği haraççı toplumlar merkezi haraççı kültürü temsil ederken, sınıfsal ayırımların yahut merkezi otoritenin yeterince güçlenemediği haraççı toplumlar çevresel haraççı toplumlardır. Örneğin feodal batıda küçük üretici(köylüler) ürettiği malın ihtiyaç fazlasını egemen sınıfa verse de tamamen komünal olarak kullanamaz. Ama ihtiyacı kadar bir özel mülkiyet sahipliğide bulunmaktadır. Yazar burada İslam’ın devrimci bir tarihi ilerleme ile doğuda Haraççı üretim tipini ve kültürünü erkenden hakim kıldığını belirtir. Bu açıdan doğuda merkezi haraççı kültür hakimken Avrupa’da haraççı kültürün yeterince billurlaşmadığı çevresel haraççı kültürün bir türdeşi olan feodal kültür egemendir.

Yazar, kapitalizmin Avrupa’ya özgü olduğunu iddia eden Avrupa-Merkezci anlatımları reddederek Kapitalizmin ilkin Avrupa’da ortaya çıktığını belirtir. Avrupa-Merkezci hikayeye göre Avrupa biricik ve eşsiz olduğu için kapitalizm Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Halbuki asıl sorulması gereken soru “Kapitalizmin neden ilkin Avrupa’da ortaya çıktığı” sorusudur. Soruyu bu şekilde kurgulayarak yine Avrupa-Merkezci anlatımlardan uzak durmaya çalışır. Asya ve Müslüman doğunun çevresel haraççı feodal avrupaya nazaran merkezi haraççı kültüre sahip olmasının Kapitalizmin ilkin Avrupa’da ortaya çıkmasına neden olduğu tespitini yapar. Buna göre doğuda merkezi haraççı kültürün hakim olması sebebiyle artık merkezi devlet çok güçlüdür. Feodal batıda ise haraççı kültür merkezileşememiştir. Dolayısıyla sınıfsal farklar ve merkezi devlet otoritesi belirginleşmemiştir. Bu koşullarla birlikte coğrafi keşiflerle ortaya çıkan merkantilist koşullarda feodalizm çabucak çözülmüştür. Bu çözülme sürecinde feodal egemenler, burjuvalar ve köylüler arasında değişen ittifaklar yaşansa da köylüler kente ve tüccarlarla birlikte Amerika kıtasına yönelmişlerdir. Bu süreçte zenginleşen köylü sınıfının oluşması ile birlikte feodalizm çözülmeye başlamıştır. Buna karşın monarşiler merkezileşecek gücü henüz bulamamışlardır. Krallar kendilerine sadatkatleri karşılığında burjuvaya serbest iç ve dış ticaret imkanı vermiştir. Merkezi otoritenin zayıflığının dış ticareti teşvik ettiği bu ortamda feodal üretim çözülmüş. Üç yüz yıl sürecek olan ve yazarın kapitalizme geçiş dönemi diye adlandırdığı merkantilist dönem başlamıştır. Merkantilist dönemle kapitalizme geçiş yaşanmıştır. Yazar kısaca bu şekilde kapitalizmin neden ilkin Avrupa’da ortaya çıktığını yanıtlamıştır.

Bunu yaparken Avrupa-Merkezci kurgulara karşı çıkmıştır. Yazar Martin Bernal’in Kara Atena’sına atıfla ilkin Rönesans döneminde Avrupa-Merkezci bir tarihin kurgulandığını anlatmaktadır. Buna göre batı, kendini Hristiyanlığa, oradan Roma’ya oradan da antik yunana bağlamaktadır. Bu kurgu günümüzde butün eğitim müfredatlarında da halen egemenliğini sürdürmektedir. Avrupa-Merkezci bakış, akılcı antik Yunan’ın torunları olarak, metafizikçi doğunun aksine Avrupa’da Kapitalizmin çıkmasını doğal ve kaçınılmaz olarak sunmaktadır. Bu bakışa göre Avrupa dışında bir yerde zaten Kapitalizmin ortaya çıkması mümkün değildir. Avrupa-Merkezci bu anlatımların örtbas ettiği şey ise Hristiyanlığın ve antik Yunanın doğu kökenli olmasıdır. Bu durumda antik Yunanla modern Batı arasındaki 1500 yıllık süreç nereye kaybolmuştur? Rönesanstan itibaren ilkin ortaya çıkan Avrupa üstünlükçüsü düşünceler kendini Hristiyanlığa veya beyaz insanın üstünlüğüne dayandırıyordu. Avrupa-Merkezcilik genetik, biyolojik bir şekilde ortaya çıkmıştı. Fakat sonrasında bu görüşlerin anlamını yitirmesi üzerine coğrafya ve kültür üzerinden bir ırkçılık başladı. Yazar Avrupa-Merkezciliğin coğrafi bir biçime evrilse bile yine de özünde biyolojik bir üstünlükçülük barındırdığını savunuyor. Çünkü doğu kökenli Hristiyanlığı Avrupa saymak için Suriyeli ve Mısırlı kilise azizlerini de Avrupalı saymaları gerekirken bunları Avrupa’nın dışında bırakarak aslında yine etnik-ırkçı bir bakışı alttan devam ettirmiş oluyor.

Buraya kadar yazarın haraççı kültür kavramsallaştırmasına ve bununla ilgili olarak kapitalizmin neden ilkin Avrupa’da ortaya çıktığına dair açıklamasına yer verdim. Şimdi bu iki açıklamasına -ki kitabın ana gövdesi bunlar- eleştirilerimi yapacağım.

Birinci eleştirim, haraççı üretimi yazar sömürgecilikle eşitliyor. Yani bir yerde haraççı üretim varsa orada egemen sınıf üretici sınıftan haraç alarak onları sömürüyor demektir. Burada kaçınılmaz sömürgeci bir ilişki öngörmesi ne kadar doğru? Bir düşünelim, modern öncesi devletlerin İslam, Roma, Asya farketmez temel işlevi halktan aldıkları vergilerle onlara güvenlik hizmeti sunmak ve bazı altyapı hizmetleri götürmekti. Yazarın haraç dediği vergi de diyeceğimiz aktarımı ya küçük üretici kendi güvenliğini sağlasın diye egemen otoriteye gönüllü olarak veriyorsa? Bu yine de sömürgecilik olarak mı açıklanacaktır?Nitekim devletin askerlerin maaş ve masraflarını karşılaması, altyapı hizmetleri için sermaye biriktirmesi gerekmektedir. Bunu da eğer halkı ezmeden yapacaksa neden sömürgecilik olsun bu? Örneğin dört halife döneminde yahut Emeviler döneminde İslam orduları ele geçirdikleri bazı bölgelerin halklarını koruyamayacaklarını yani güvenlik hizmeti sunamayacaklarını anlayınca oradan geri çekilmiş ve o halklardan aldıkları haracı geri ödemişlerdir. Yani yazarın veya Marksistlerin iddia ettiği gibi egemen sınıfın üretici sınıftan haraç alması her zaman sınıfsal çelişkiler yaratmak zorunda değildir. Dolayısıyla toplumsal değişimleri sınıfsal çelişkilerde arama ısrarı, gerekliliği ispata muhtaç ideolojik bir dayatmadır.

İkinci eleştirim, kapitalizmin ilk olarak Avrupa’da çıkmasını çevresel haraççı kültürün bir türü olan feodal koşullarda, devletin merkezileşmemiş olması dolayısıyla merkezi otorie eksikliğinin iç-dış ticaret serbestisi sonucunu doğurması olarak açıklıyor. Bu koşullarda feodalite çözülmüş merkantilizme oradan da kapitalizme geçilmiştir. Her iki geçişte de aslında serbest piyasanın ve özgürlüklerin rol oynadığını anlıyoruz.Eğer kapitalizmin ilk olarak Avrupa’da ortaya çıkmasının sebebi çevresel haraççı kültürden kaynaklı koşulların sağladığı nispeten özgür ortam ise yazarın aynı dönemde İslam dünyasında, Afrika veya Asya’da benzeri ticaret serbestliklerinin bulunmadığını ispatlaması gerekecektir. Örneğin Emevi veya Osmanlı yönetimlerinde merkezi otorite sebebiyle dış ticaretin önü nasıl kapatılmıştır? Halbuki bu toplumlarda özel mülkiyet ve serbest ticaret imkanı da bulunmaktaydı. Yazarın burada bu serbestliklerin merkezi otoritece boğulduğunu kanıtlaması gerekmektedir. Yok eğer bunu kanıtlayamıyorsa demek ki kapitalizmin ilkin Avrupa’da çıkmasının sebebini başka yerde aramamız gerekecektir. Fakat yazar daha çok Avrupa özelinde feodalite koşullarını gözeterek geliştirdiği bir argüman üzerine kapitalizmin çıkışını temellendirirken diğer coğrafyaların koşullarını göz önünde bulundurmuyor. Bu da bir çeşit Avrupa-Merkezcilik oluyor halbuki. Kitapta kanıta muhtaç birçok soyut önermenin bulunması yazarın salt marksist labirentlerin yönlendirdiği akıl yürütmeler doğrultusunda teorik olarak ilerlediği intibaını uyandırıyor. Örneğin haraççı üretim diye çok genel bir tanımlama yapıyor, Avrupa dışında dünyanın geri kalanına da bunu uyguluyor. Hem de antik Mısır’a kadar. Ya da kapitalizmin ilk Avrupa’da çıkmasının sebeplerini merkezi otoritelerin olmadığı görece serbest koşullara bağlarken doğal olarak dünyanın geri kalanında aynı dönemde benzeri koşulların yaşandığı hiçbir yer olmadığını varsayıyor. Bu kadar büyük bir genelleme de haliyle kulağa ikna edici gelmiyor.

Bu iki temel eleştiri dışında şuna da değinmek gerek. Üstte yazarın Marksist tarihi maddeci ilerleme dizilimini beşten dörde indirdiğini belirtmiştim. Marksizm açısından orjinal bir açılım olsa da bu, yazar yine de bu dört dönemin Avrupa dışında da dünyanın geri kalanında yaşanacağını savunuyor. Marksizm bu gibi iddialarıyla genel toplumsal yasaları tespit ettiğini iddia etse de aslında bir çeşit kehanette bulunmuş oluyor. Yazarın sınıflandırması açısından bakarsak, dünyanın tamamında kabaca komünal dönem yaşandı, haraççı dönem yaşanıyor bunun ardından da kapitalist dönem yaşanacaktır. Alt yapı koşullarının bu tür bir evrimsel düzlemi takip edeceğinin garantisi yoktur. Nitekim Marks’da işçi devrimlerini ilkin İngilterede beklerken Sovyetlerde ortaya çıkması bu kehanetin çöküşünün bir örneği olmuştu. Anlaşılan o ki Marksistler bu sözde bilimsel kehanetlerinde ısrar ediyorlar.

Ayrıca “bütün insanlık için genel toplumsal gelişim yasaları” şeklindeki büyük anlatıların sonucu toplum mühendisliğidir. Her toplum mühendisliği muhakkak bir dayatma ve otoriterlik içerir. 20. yüzyıl bunun acılı örnekleriyle doludur. Eğer siz tüm toplumlara dair birtakım yasalar tespit ettiğiniz gibi büyük hakikatlere sahip olduğunuzu düşünüyorsanız toplumları da bu hakikatler doğrultusunda yönlendirmeyi denersiniz. Marksizm hala bu hastalıklı ve sonu hep despotizmle biten iddialarından vazgeçmiş görünmüyor.

Son olarak kitapta beğendiğim bir iki güzel tespite de değinip bitireyim. Yazar, Avrupa-Merkezciliğin önemli bir sahtekarlığının ise üçüncü dünya ülkelerinin geri kalma sebebini tamamen iç etmenlere bağlamaları olduğunu savunuyor. Çünkü bu ülkelerin geri kalmalarında emperyalizmin de rolü vardır. Bu noktada yazar Batılı liberallerin kendi sömürgeci geçmişleriyle yüzleşmelerine rağmen bunun yeterli olmadığını savunur. Çünkü böyle bir yüzleşme üçüncü dünya ülkelerinin geri kalmasında emperyalizmin hala etkisini devam ettirdiğini gizlemeye yarıyor. Nitekim kitabın son bölümünde bu bağlamda güzel kapitalizm eleştirileri yapmış. Ulusal bazlı istatistikler üzerinden bakıldığında üçüncü dünya ülkelerinde emeğin sömürülme oranının %66, Merkezi kapitalist ülkelerde ise %100 olduğu görünüyor. Yazar burada küreselleşmiş değer kavramını önererek bir perspektif sunuyor. Şöyleki bu istatistikler uluslararası ittifaklar ve şirketler üzerinden düşünülmelidir. Örneğin bir firma gidip Senegal’da fabrika açtığında buradaki ucuz iş gücüne ödediği ücret doğal olarak Merkezi Kapitalizmin yerleştiği Avrupa, ABD, Japonya gibi yerlerden daha az oluyor. İstatistikler ulusal bazda alındığında da haliyle Senegal’de emeğin sömürü oranı daha düşük görünebiliyor. Halbuki üçüncü dünya üzerinden Kapitalist ülkelere ulusal bazda görünmeyen ciddi bir kar ve sermaye akışı yaşanıyor. Bu açıdan istatistik hesaplamalar yapılınca ise üçüncü dünyada emeğin sömürülmesi %180 oranında oluyor. Dolayısıyla değeri ulusal değil küresel düzeyde ele almamız gerektiğini öneriyor.

Yine bir diğer güzel tespit Merkezi kapitalist ülkelerin üçüncü dünya ülkelerine bizim gibi kapitalist olun, bizim küresel sistemimize entegre olun, ancak böyle kurtulursunuz önerisidir. Yazara göre bu öneri imkansızı istemek olduğu gibi asla çevresel bir ülkeyi merkeze taşıyacak bir sonuca götürmez.Çünkü en başta ekolojik koşullar kapitalizmin küreselleşmesini engellemektedir. Örneğin bir buçuk milyarlık islam dünyasının komple merkezileşmiş kapitalist bir refaha kavuşması durumunda araba üretecek yeterli maden doğada bulunmaycaktır. Çünkü bir araba üretmek için bile sadece beş ton maden harcanmaktadır. Peki sırf ekolojik açıdan bile imkansız olan bir öneriyi -çevre ülkelerin merkezi kapitalist düzeye gelmesi- merkezi kapitalist ülkeler neden ısrarla dünyanın geri kalanına önermektedir? Bu ülkeler diğer ülkelere yol haritası çizmekte ve aslında kendi ihtiyaçları doğrultusunda üretim yapmalarını telkin etmektedir. Her bir üçüncü dünya ülkesine bir rol biçmektedirler. Onların sunduğu reçetelerle bu ülkelerin çevreden merkeze geçmeleri mümkün olmayacaktır. Çünkü merkez ülkelerle rekabet etmeleri veya onlara angaje olarak bir yere varmaları gerekmektedir. Halbuki Avrupanın çevresel bir konumdan merkezi kapitalist bir konuma gerçerken sahip olduğu koşullar ile şimdiki çevresel üçüncü dünya ülkelerinin merkezi konuma geçmeye çalışırken sahip oldukları koşullar aynı değildir. Şimdiki çevresel ülkeler halihazırdaki merkezi kapitalist küresel sistemin yarattığı eşitsiz koşullara rağmen bunu başarmak zorundadırlar. Dolayısıyla Avrupanın birkaç yüz yıl önceki gibi kolayca merkezileşmesi bugünün koşullarında üçüncü dünya için kolay olmayacaktır.

Bu açıdan yazar, dördüncü dünya ülkeleri şeklinde bir kavram da öneriyor. Üçüncü dünya ülkeleri kapitalistlerin kendilerine merkezi hale gelecekleri iddiasıyla bir reçete çizdiği ve biçtiği rollerle dünya sisteminde varlıklarını sürdürmelerine izin verdiği ülkeler iken dördüncü dünya ülkeleri artık bu rollerini de tamamlamış ve bir kenara atılmış ülkelerdir.

Yazarın üzerinde kafa yorulmasını düşündüğüm güzel tespitlerinden birisi ise Nazizmi Avrupa-merkezciliğin radikal versiyonu şeklinde ele almasıdır. Avrupa-Merkezcilik rönesasntan beri hep vardı. Nazizmle birlikte radikal bir boyuta ulaştı. Ancak sonra nazizmin bastırılmasıyla Avrupa-Merkezci radikalizm yok olsa da Avrupa-Merkezciliğin kendisi varlığını hala devam ettirmektedir.

Kitap hakkında söyleyeceklerim bunlar.

0 Paylaşımlar
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
0
Would love your thoughts, please comment.x