20 yılı geçen Ak parti iktidarı karşısında İslamcıların insan hakları, adalet, hukukun üstünlüğü, özgürlükler gibi ilkesel konularda oldukça taviz verdiklerine şahit olduk. Klasik deyiştir, bir CHP iktidarı yapmış olsa anında meydanlara inip yanlışları dile getirecek olan adamlar, yanlışı yapan sırf Ak parti iktidarıdır diye sessiz kalıyor. En insaflısı eleştirse bile çoğu zaman kısık sesle, karnından, binbir rica ve minnetle eleştiriyor. Yahut önce övgü dolu uzun bir girizgah yapmak zorunda hissediyor kendisini. Öncelikle buradaki İslamcılardan kastım iktidarda resmi görev almış, bu sırada rüşvet ve yolsuzluk işlerine karışıp kirlenmiş olanları değildir. Resmi görevlerin ve ilişkilerin dışında kalmış ama dışarıdan adil bir tutum sergileyememiş olanlardır.
Osmanlı İslamcılığı ile Cumhuriyet dönemi İslamcılığı arasındaki en büyük fark da burdan doğuyor. Osmanlı İslamcılığı ümmetçi politika gütse de Abdulhamid’i eleştiriyordu. Çünkü öncelikleri iktidardan koparacakları maslahatlar değildi. Öncelikleri iktidarın ne yaparsa yapsın hak ve adaletten ayrılmadan bunu yapmasıydı.Cumhuriyet devri İslamcıları ise maslahat ve fayda devşirmeyi ilkelerinin önüne geçirdiler. Hatta Osmanlı İslamcılarının Abdulhamid eleştirisini bile anlamayıp bugünden bakarak onları mahkum ettiler.
Cumhuriyet devri İslamcıları çok uzun süren bir mağduriyet dönemininin hafızalarında oluşturduğu arka planla, öncelikle müslümanlar lehine nasıl maslahat koparırız derdine düştüler. Burada “müslümanlar lehine” ifadesindeki müslümanlar ise onların zihninde genelde cemaat, vakıf ve dernek yapılanmaları oldu. Halkın genelinin(ki müslüman bir halktan bahsediyoruz) maslahatından ziyade İslami çalışmalar ve bu çalışmaları yürüten grupların maslahatını düşündüler. Bu grupların bizzatihi kendisi halkın yüzde 1’ine tekabül ediyordu. Etki alanları daha geniş olsa da dar çerçevede kendi işlerinin yürüyüp yürümediğine baktılar. Halbuki toplumun bütününün -ki buna muhalifleri olan kemalistler de dahil- hakkını ve adaletini savunmuş olsaydılar haliyle bu hak ve adaletten kendileri de nasiplerini almış olacaklardı. Ama bunun yerine muhaliflerinin hakkı çiğnendikçe maslahatları adına sustular. Kürtlere yapılan hak ihlalleri, Ergenekon soruşturmalarında Fetöcülerin yaptıkları Kemalistlere karşı yaptıkları ihlaller, sonrasında Fetöcülerin tabanından insanların maruz kaldıkları ihlaller, bu siyasi ihlallerle birlikte torpil,rüşvet, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma şeklindeki çürümeye karşı gözlerini kapatmaları bunlara dönük yüksek sesli kampanyalar yürütmemeleri hep kendi küçük dünyalarına devşirdikleri üç beş maslahat sebebiyleydi. Daha kötüsü iktidarın kemalist vesayeti kırmaya dönük başlardaki yürüyüşünün zamanla kemalizmi tahkim etmeye dönüşmesine bile doğru düzgün ses çıkarılmadı. Konunun dağılmaması için bu başka bir yazının konusu olsun.
Ak parti döneminde devletten gördükleri şefkat ve faydalar karşısında iktidardakiler de “bizden” algısı iyice yerleşti Halbuki iktidardakiler halkın tüm kesimlerine karşı sorumlu olmalıydı, yani bir bütün olarak “halktan” olmalıydı. Bu sebeple haksızlık kimden geliyorsa gelsin susulmamalıydı. Ama öyle yapılmadı. İktidarı etkileyecek bir eleştiri sözkonusu olduğunda iktidar zarar görmesin ki kazanımlarımızı kaybetmeyelim diye düşündüler. Zamanla iktidarın yanlışlarına kılıf bulmaya başlar oldular. İktidarın bir yanlışı olduğunda yahut iktidara gelen eleştiriler karşısında sanki kendileri iktidardaymış gibi davrandılar. İktidarda hz. ömer bile olsa “bir yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz.” diyen selman-ı farisinin duruşunu sergilemeliydiler halbuki. Yani iktidar kim olursa olsun hukukun üstünlüğü, insan hakları ve adalet gibi ilkelerden yana tutum almalıydılar. Bunun yerine iktidardan fayda devşiren konumda olmaları ile iktidar olmalarının arasını karıştırdılar. Normalde sivil toplumun görevi ilkeleri çerçevesinde iktidara talepte bulunmak, baskı yapmak, kampanyalar yürütmek ve halkı bu talepler doğrultusunda bilinçlendirmektedir. İslamcılar ne olursa olsun bu tavrı sürdürmek yerine sanki kendileri iktidarda imişler gibi savunmaya geçtiler. İktidar bir yanlış yaptığında ilkin “güçleri yok, güçleri olsaydı bu yanlışları düzeltirlerdi” dediler. Sonra “reisin etrafında kötü danışmanlar var” dediler. Şimdi artık bahaneleri de bıraktılar ve doğrudan kendileri savunmaya geçtiler
Bunu en iyi şuan sıcağı sıcağına yaşadağımız Gazzedeki katliamlar konusunda görüyoruz. İktidar İsraille ticareti kesemiyor çünkü serbest piyasa var ve herkesi kontrol edemezler. Azerbaycan petrolünü bakü ceyhan boru hattından İsraile taşımayı bırakamazlar çünkü eğer vanaları kapatırlarsa büyük tazminat ödemek zorunda kalırlar…. Bu gibi savunmalar gösteriyor ki artık sivil toplum aklı yerini devlet aklına bırakmış. Halbuki sivil toplum ne olursa olsun insani ilkeler doğrultusunda taleplerini dillendirmeye devam etmelidir. Kim iktidara ve halkı yönetmeye talip olmuşsa buyursun onlar bu talebi nasıl yerine getiririz diye düşünsünler. Ticareti denetlemek için ne gibi mekanizmalar kurabiliriz? Vanaları kapatırken hukuki yaptırımlar karşısında kendimizi nasıl savunabiliriz? Bu devlet yöneticilerinin düşünmesi gereken bir iştir. Halbuki bize düşen Gazze’de çocuklar ölüyorken onlar için elimizden gelen her şeyi yapmaktır.
İslamcıların kendilerini iktidardaymış gibi düşünmelerinin bir sebebi de devletin Türkiye’de sivil alanı haddinden fazla işgal ediyor olmasıdır. Batı’daki muadillerinin aksine. İslamcı sivil alan ise cumhuriyet tarihinde ilk kez bu kadar çok dönüştürüldü. İlk kez bu düzeyde sivil toplum kuruluşları iktidarın arka bahçesi haline geldi. Kemalist devlet iktidarı güvenlikçi kaygılarla dönüştürdü. İktidar üzerinden ise İslamcı sivil toplumu dönüştürdü.
Bunu yine en net Filistinle alakalı eylemlerde gözlemliyoruz. Bu eylemler de iki grup göze çarpıyor. Birinci grup halka daha çok etki edebilen, devlette de bu yüzden daha çok karşılığı olan grupların yaptıkları eylemler. Bu eylemlerin organizasyonunda belediyeler eliyle hükümet yetkilileri de yer alıyor. Sözgelimi cumhurbaşkanının kızı bile bu eylemlere katılıp “kahrolsun israil” diye slogan atabiliyor. İkinci grup ise İslamcı çevreler içerisinde marjinalleşmiş, kısmen sola kaymış bir şekilde ortodoksinin dışına itilmiş küçük gruplar. Bu gruplar ise Gazze katliamlarının başlangıcından beri ısrarla somut talepler dillendiriyorlar. Bu taleplerini ise ülkedeki tek sahici muhatap olan hükümetten külliye önüne, ticaret bakanlığı önüne, BOTAŞ gibi devlet kurumları önüne giderek dillendiriyorlar. İsraille ticaretin kesilmesini, Azerbaycan petrolünün Türkiye üzerinden taşınmamasını veya her türlü diplomatik ilişkinin kesilmesi gibi taleplerde ısrar ediyorlar. Ne hikmetse bu gruplar polis şiddetiyle sürekli karşılaşıyorlar, sık sık tutuklanıp serbest bırakılarak gözdağı veriliyorlar.
İktidar ise belliki birinci grubun önünü açıyor. Geniş halk kitlelerinin meydanlarda Gazze hakkındaki öfkelerini boşaltmalarından rahastız

değiller. Çünkü ucu kendilerine değmiyor.(Gerçi öyle sanıyorlardı ama yerel seçimlerde refaha giden oylar veya sandığa gitmeyenlerdeki artışla bunun pekte öyle olmadığı ortaya çıktı) İktidarın asıl korkusu ve onlarla birlikte bu korkuyu kendine yük edinen İslamcıların asıl endişesi hükümet somut adım atarsa kırılgan ekonomik düzen zarar görür ve bu ise iktidara oy kaybettirir. Bu durumda İslamcılar ellerindeki kazanımlarını kaybedebilirler. Bu sebeple azla yetinelim, elimizdeki ile yetinelim diye düşünüyorlar.Dikkatinizi çekerim, az önceki üç cümle iki şeyi birden içinde barındırıyordu. İlki İslamcıların kazanımlarını kaybetmesi korkusu. İkincisi ise iktidarın somut adım atmayışının mazeretleri. Yani kazanımlarına gerekçe üretirken bir yandan da iktidarla özdeşleşiyor ve onada mazeretler de üretmeye başlıyorlar. Ve sorulması gereken şu ahlaki ve ilkesel soruları es geçiyorlar: Gazzedeki vahşi katliam karşısında islamcılığın ellerinde tutacakları hangi kazanım daha önemlidir? Üç beş dernek ve vakfın rahatça faaliyet yürütmeleri mi önemlidir yoksa Gazze’de kundaktaki bebeklerin katledilmemesi mi daha önemlidir? İktidar nazarından bakarsak burada elde ettikleri iktidarları ve koltuklarının bekası mı önemlidir yoksa Gazze’de 40.000den fazla insanın katledilmesi karşısında insani tavır almak mı daha önemlidir? Kazanımlar, maslahatlar, koltuklar ve iktidarlar zaten insani değerleri ve ahlaki ilkeleri ayağa kaldırmak ve onları her daim en üstte tutmak için var değiller midir?
İslamcıların ıskaladıkları bir diğer hayati nokta ise Filistin meselesinin bugüne kadar İslamcıların en çok dillendirdiği, en büyük iddiaları ve söylemleri olan bir ümmet meselesi oluşuydu. Yıllardır üzerine titredikleri böylesi bir meselede çizdikleri pasif imaj, somut taleplerden uzak attıkları sloganlar kendilerinin güvenirliklerini zedeliyor. Öyleki son günlerde Gazze’ye yola çıkacak olan özgürlük filosunun yaptığı açıklamadan anlaşıldığı kadarıyla gemilerin yola çıkmasını bizzatihi devlet engellemiş. Bir chp iktidarında olsa bu konuda meydanları inletecek olan İslamcıların Ak parti iktidarına karşı bu konuda sessiz kalmaları güvenirliklerini ve adil duruşlarını zedeliyor. Burada filistin örneği yerine siz İslamcıların sessiz kaldıkları diğer tüm konuları da koyabilirsiniz. İşte bu durum İslamcılığın neden son yirmi yılda neden kan kaybettiğini açıklıyor. İslamcı STK’lar bir avuç ve hep aynı yüzlerden geçilmiyor. Kendi içinde devinen, dışa kapalı ve tabela derneği düzeyine inmiş durumdalar.
İslamcılık kendisini yeniden gözden geçirmeli. Devletçilikten kendini arındırıp olabildiğince sivilleşmeli. İlke ve değerleri her türlü siyasetin ve menfaatin üstüne koymalıdırlar. İktidarda olmadıklarını, iktidara karşı eleştiri ve her daim hakkı hatırlatma görevleri olduğunu unutmamalıdırlar. Aksi halde iktidar yozlaştıkça onlarla birlikte yozlaşmaya mahkum olacaklar.