İslam ve Milliyetçilik Çelişir mi?

Baştan cevabını vereyim, evet çelişir. Fakat öncesinde birçoklarının milliyetçilikle karıştırdığı bir iki nokta varki İslam bunları onaylamaktadır. İnsanın içinde bulunduğu topluluğa bir aidiyet bağı(asabiye) duymasını İslam doğal karşılar. Buna ahlaki bir çerçeveyle yaklaşır. İçinde bulunduğu toplumsal grup(aile,aşiret,kabile..) zalim ve ahlaksızsa onların bu ahlaksızlıklarına karşı çıkılmasını ister. Zalim sırf kendi soydaşındır, kendi grubundandır diye onun zulmüne destek verilmesine karşı çıkar. Bu cahiliye adetiydi. Peygamber Mekkeden Medineye hicrette bu sapkın asabiye anlayışını bozmak için müslüman sahabileri birbirleriyle kardeş ilan etmişti. Bu o günün kabileci anlayışı açısından oldukça devrimci bir çıkıştı. Çünkü müşriklerde “zalimde olsa mazlumda olsa kardeşine yardım et” anlayışı vardı. İslamiyet akrabalık ve kabilevi bağları ahlaki bir temele oturttu. Kafir ve zalimse babanın evladını, evladın babasını reddettiği, böylelikle her türlü asabiye bağının yıkıldığı bir yol geliştirdi İslamiyet. Akrabalık ve aşiret bağlarından daha değerli olan bağın dini bağ olduğunu, asıl kardeşlik ve yakınlığın İslam kardeşliğinde olduğunu savundu. Böylelikle Medine sözleşmesinde gördüğümüz gibi toplumsal gruplaşmayı, toplumsal sözleşmeleri ve sosyolojik yapıyı din üzerinden tesis etti. Kabilevi bağların önemini inkar etmemekle birlikte onları ikincil düzeyde olacak şekilde arka plana itti. Çünkü İslamın toplumu dizayn etme biçimi kabileler ve kavimler üstü daha evrensel nitelikte iken kabilevi bağlar bu geniş yaklaşım karşısında bir numara dar kalıyordu.

Buraya kadar anlıyoruz ki İslam dini ahlaki bir erdem olarak ailevi ve kabilevi aidiyete önem vermiştir. Ancak bu bağ üzerinden yapılacak toplumsal dizayn veya sosyolojik gruplaşmalara karşı çıkmıştır. İnsanlar arasındaki farklılaşmada toplumsal adabiyenin önemsiz olduğunu, aslolanın ahlak ve takva olduğunu savunmuştur. Başka bir şekilde ifade edersem İslam akrabalık ve kabilevi bağları siyasal açıdan ele almamış, bunlara siyasal değil ahlaki bir anlam yüklemiştir. Akrabayı ziyaret, yardımlaşma, dayanışma ve vefa gibi değerleri geliştirmeye çalışmıştır.

Konunun anlaşılması açısından, başta peygamber döneminde olmak üzere modern döneme kadar İslam tarihinde(ve dünya tarihinde) aşiret ve kabile düzeyinde bir toplumsal örgütlenme dışında ulus gibi bir toplumsal örgütlenme olmamıştır. Varolan imparatorluklar ve devletler çok dilli, çok dinli ve hatta çok hukuklu bir yapıda olmuştur. Bugünden kurgulandığı şekliyle hepsinin Türk olarak görüldüğü iki boy, birbileri arasında ulusal bir birliktelik oluşturmamışlar, birbirlerini aynı milletten olarak görmemişler ve savaşmışlardır. Mesela Kıpçaklar ve Oğuzlar bugünden bakıldığında Türk olarak anlatılsa da o günün dünyasında kabile veya boy düzeyinde kıpçak veya oğuz olmak ötesinde bir toplumsal gruplaşma olmamış, kimse diğerini de içine katarak kendisine Türk dememiştir. Aynı şey araplar, kürtler ve bugün inşa edilen diğer uluslar için de geçerlidir. Geçmişteki gruplaşmaların bugünkinden en önemli farkı ise bu gruplaşmların organik olmasıydı. Yani doğal seyrinde oluşan, toplum mühendisliğinden uzak, sahiden de herkesin birbirini tanıdığı gruplaşmalardı bunlar.

İslam dini bu gruplaşmaları yok etmeye çalışmamış ancak üstte de dediğim gibi bunlara siyasal bir anlam atfetmeyi reddetmişti. Aslolanın dini bağ olduğunu savunmuştu. Yani İslam geldiği dönemdeki asabiye duyulan gruplaşmalar üzerinden siyasal bir organizasyon yapmayı reddederken yine başka ülkelerde de (mesela roma) var olan din üzerinden oluşturulan gruplaşmaları onaylamış ve bunu tercih ederek devam ettirmiştir.

Modern dönemde oluşan milliyetçilikler ile İslam dininin ilk çelişkisi burda ortaya çıkmaktadır. Milliyetçilikler ırk ve yeni bir icat olan etnisiteye siyasal anlamlar yüklemiş, toprağa dayalı ulusal birliktelikler oluşturmaya çalışmıştır. Toplumsal örgütlenme olarak belirlenen ulus/millet üzerinden siyasal bir organizasyona giderek ulus-devleti icat etmiştir. Bu noktada yeni toplumsal gruplaşma biçimi olarak uluslaşma eski kabile düzeyi örgütlenmelerden ayrılırken, modern devlette geleneksel devletten ayrılmıştır. Ulus devletlerle birlikte “kültür” kavramı da icat edilmiştir. Yeni bir icat olduğu için kültür kelimesinin Türkçede ve Arapçada bir karşılığı yoktu. Ziya Gökalp Türkçe için hars kelimesini önermiş, araplar ise “sekafe” kelimesini seçmişlerdir. Ulus devletler kurguladıkları dil ve tarih üzerinden “ortak kültür” dayatarak toplumsal asabiyenin kültür üzerinden ulusa/ulus devlete yönlendirilmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu sebeple bir dil içindeki tüm lehçeler yok sayılarak tekçi merkezi bir dil(mesela İstanbul türkçesi) oluşturulmuş, diğer diller ise asimile edilerek topluluklar ortak dile katılmaya çalışılmıştır. Yine tarihin bir noktasından günümüze tek düze biçimde bir ırk üzerinden yeni bir tarih kurgulanmış ve buna ulusan tarihi denilmiştir. Halbuki bugünden ulusa(mesela türklüğe) katılan tarihteki devletlerin ve kabilelerin büyük kısmı kendini türk olarak görmemiş, benzeri diller konuşsalarda dil benzerliğini ortak paydaya gerekçe görmemişlerdir. Zaten tarihte -türklük üzerinden gidersek- türk devleti görülen devletler de homojen bir toplumsal yapıdan uzak çok dilli ve çok dinli olmuşlardır çoğunlukla. Mesela bu çelişkiye örnek olarak modern tarih anlatımında tolunoğulları, eyyubiler gibi devletlerin yöneticileri Türk halkı türk olmayan devletler olarak sunulmasını verebiliriz. Halbuki bu devletlerin yönetiminde ve ordularında müslümanlık kimliği her şeye rağmen baskındı. Siyaset ve asker sınıfında türk, kürt, arap, fars v.b farklı halklar birlikte idiler. Sonuç itibariyle uluslar, icat edilmiş, tekçi, merkezi ve hayali bir aidiyet oluşturmaktadırlar. Bugün bir ulus olarak tanımlanan milletlerin kendi içindeki bağ hayalidir. Örneğin Edirnedeki ile Vandaki Türk vatandaşı daha küçük aşiret, kabile gibi gruplardakinin aksine birbirlerini tanımamaktadırlar. Ancak aralarında hayali bir ulusal bağ kurgulanmaktadır. Bu bağa göre devlet toplumu dizayn etmekte, ona rol biçmekte, yönlendirmekte, bireyin hayatına müdahale etmekte; din, kültür, tarih, toplum, uluslararası ilişkiler vs her şey bu ulusal bağa göre dizayn edilmektedir. İslam dini ise milliyetçiliklerin aksine tüm bu şeylerin vahye göre dizayn edilmesini istemektedir.

Geleneksel devletler vergi ve askerlik dışında toplumsal hayata ve bireye nerdeyse hiç müdahale etmezken modern devlet ve milliyetçilikler topluma, bireye, dine, sosyolojiye, siyasete, uluslararası ilişkilere milliyet ve ulus adına müdahale edip onu biçimlendirmeye çalışmaktadır. Modern milliyetçilik tanrının yerine devleti, din yerine milliyeti, kul yerine vatandasi ikame etti. Vatandaşı dini alanin dışında, profan biçimde yeniden Tanımladı. Hayali asabiyeyi ise secmeci tarihi anlatilarla harmanlayıp icat ettiği kültürel, dilsel bağla kurguladi. Artık milliyetçilik adına dinin hayata müdahale etmeye çalıştığı her noktada artık milliyetçilik devreye girmektedir. Bir örnek olması açısından milliyetçilik ve İslam ilişkisini deşifre eden asıl şeylerden birisi “ulusal çıkar” konusu örnek verebiliriz. Modern milliyetçilik toprağa bağlı ulusal tanımlamalar yaptığı için, ulusal bir çıkar ile dini bir çıkar catistiginda neye göre hareket edilecektir? Eğer İslam’a göre hareket edilecekse demekki İslam milli kimliği geri plana atmış ve onunla çatışmış demektir. Yok eğer milli çıkara göre hareket edilecekse demekki milli kimlik dini kimliği dışlamış ve onunla çatışmış demektir. Ulusal çıkar söz konusu olunca her türlü zulmün milliyetçilik adına meşrulaştırılması cahiliye dönemindeki “zalimde olsa mazlumda olsa kardeşine yardım et” anlayışının yeniden hortlatılmasıdır. Bugün Amerikan askerlerinin Irak’taki katliamları, İsraillilerin Gazze’deki yahut iki müslüman ulusal devletin veya topluluğun birbiriyle çatışmasında yaptıkları zulüm ve katliamlar “ulusal çıkar”, “ulusun menfaati” adına meşrulaştırılmaktadır.  Güncel bir mesele olarak Gazze’yi buna örnek gösterebiliriz. İslam uleması Gazze’ye yardımın cihat ve her ülke için farz olduğunu dile getirmesine rağmen hiçbir müslüman ulus ve devlet ve ulusal çıkarını önceleyen halklar böylesi bir müdahaleyi göze alamamaktadır. Bırakın Gazze’ye müdahaleyi ulusal çıkar adına kendine müslümanım diyen insanların İsrail’le ticareti kesmeye bile karşı olduklarını gördük bu süreçte.

Buraya kadar İslam ile Milliyetçiliğin çatışmasını iki açıdan ele aldık. Birincisi İslam etnik(?), kavimsel aidiyetlerle siyasal bir organizasyona gitmeyi doğru bulmazken Milliyetçilik bunu yapmaktadır. İslam toplumsal gruplaşmayı sahici ve reel bir ilişki olan müslim-gayrı müslim ayrışması yani din üzerinden kurgularken ve hukuk temelli sözleşmeci bir toplumsal yapıyı savunurken Milliyetçilik icat ettiği hayali ulusal bağ üzerinden siyasal ve toplumsal mühendisliğe gitmektedir. Tabi bu arada farkli kavimleri ve kültürel unsurları asimile etmesi kaçınılmaz olmakta ve bu da İslami ve insani haklara aykırı düşmektedir. İkincisi İslam, kendisinin bireyi ve toplumsal hayatı biçimlendirmesini isterken Milliyetçilik ulusçu kavramlarla bireyi ve toplumu biçimlendirmektedir. Bu çatışmanın oldukça net gözlenebildiği uluslararası ilişkiler üzerinden buna örnek verdik. Görünen o ki milliyetçilik modern devlet üzerinden hayatı biçimlendirme noktasında İslamla yarışmaktadır.

İslam ve Milliyetçilik çatışmasının olduğunu düşündüğüm üçüncü bir nokta daha bulunmaktadır. Basitçe ifade edersem milliyetçilik islam/din kardeşliği ile kaçınılmaz olarak çatışmaktadır. Milliyetçiler İslam’la milliyeçtiliklerinin çatışmadıklarını savunurlar. Fakat bir hadiste Peygamber şöyle der: “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” Çünkü gerçek İslam kardeşliği kardeşler arasında kıskançlık yerine paylaşmayı, çatışma yerine uzlaşmayı, zulüm yerine hakkını teslim etmeyi gerektirir. Bu açıdan örneğin İslamiyet Türk milliyetçiliği ile çelişmiyorsa Kürt veya Arap milliyetçiliği ile de çelişmemesi gerekmektedir. Öyleyse bir Türk kendine milliyetçilik yapmayı hak olarak görüyorsa din kardeşi olan Kürt için de bunu hak olarak görmek zorundadır. Aksi halde hakkıyla iman etmemiş olacaktır. Çünkü İslam açısından milliyetçilik makul bir şeyse Türk de Kürt de Arap da milliyetçilik yapabilmelidir. Eğer böyleyse Kürd’e de toprak, kürt kültürü, bayrak, bağımsızlık, anadilde eğitim, kendi kaderini tayin hakkı vb enstrümanlarla milliyetçilik yapma hakkı verilmelidir. Fakat gelgelelim realite bunun tam tersidir. Modern milliyetçilik akrabalık bağından fazla bir şeydir. Mesela eski kabile ve aşiretlerin aksine toprağa bağlıdır. Diğer milliyetçilikleri kendisi için bölünme ve tehdit olarak görmektedir. Bu sebeple milliyetçilikler kendilerini öteki ile çatışma üzerinden var etmektedirler. Dış ve iç düşmanları olmadığı sürece milliyetçilikler ayakta duramazlar. Bu düşman kendi milliyetçilik davasını güden başka bir Müslüman unsur olabileecektir. Bu noktada milliyetçiliğin müslümanlar arası ırkçı veya ulusal çatışmaları körüklemesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu ise İslam kardeşliğine aykırıdır. Çünkü İslama göre kardeşlik farz, düşmanlık ve ayrışma ise haramdır.İslam dini bırakın milliyetçilik sebebiyle iki müslüman topluluğun birbiriyle çatışmasını, gayri müslimlerle de milliyetçi sebeplerle çatışmayı uygun görmez. Çünkü İslam’ın meşru savaş ve çatışma gerekçesi karşıdakiyle milliyetçi rekabet değil zalim olmasıdır. Halbuki milliyetçi bir rekabetle kan dökmek, savaş ve fitne çıkarmak da zulümdür.

Birileri milliyetçiliğin ulus devletçi, tekçi yani çatışmacı olmayan bir formda da yapılabileceğini iddia edecektir. Bu soyut ve gerçekçi olmayan bir iddiadır. Çünkü milliyetçilikler er geç asıl karakterine yani tekçiliğe ve çatışmaya götürmektedir. En barışçıl söylemlerle başlayan milliyetçilikler, üçüncü dünya ülkelerinde sömürgeciliğe karşı mücadele veren milliyetçiliklerdi. Bugün o sömürgelerden kurtulsalarda geldikleri noktada ulusal sınırlarına hapsolmuş, düşmanı kovduğu sömürgeciler değil komşu devletler olarak belleyen ve savaş dair her çeşit rekabete girmiş bir milliyetçilik içerisindedirler. Halbuki Avrupa milliyetçi çatışmalardan kaçınmanın mümkün olmadığını gördüğü için uluslar üstü bir birlik kurmak yoluna gitti. Çünkü milliyetçiliğin olduğu yerde er ya da geç iç veya dış çatışmalar kaçınılmaz hale gelecektir. Buna karşı alınan tedbirler ise daha üst birlikler kurarak ancak milliyetçiliğin zayıflatılması olacaktır.

Ayrıca belirtmeliyim ki bu söylediklerimden hilafet gibi dini siyasi organizasyonlara meseleyi taşımaya çalışanlar olacaktır. Buna gerek yok. Yani burada İslam’ın öngördüğü bir siyasal biçim olarak hilafet vardır ve milliyetçilik buna terstir şeklinde bir argüman kurmuyorum. Burada altını çizdiğim şey en minimal düzeyde milliyetçilik islamın çok temel bir ilkesi olan islam kardeşliği ile kaçınılmaz olarak çatışmaktadır. Durum böyle iken birilerinin ısrarla İslam’la Milliyetçiliği bir potada eritme çabasını anlamış değilim. Peki hilafet, milliyetçilik filan değilse İslam’ın öngördüğü siyasal ve toplumsal yaklaşım nedir? Yazıyı uzatmamak için şu kısa cevabı verebilirim; İslam, Medine sözleşmesi örneğindeki gibi sözleşme, rıza ve modern ulus devletlerin aksine çoklu hukuka dayalı çoğulcu bir toplumsal ve siyasal yapı öngörmektedir. Adını varın siz koyun.

Yine İslam’ın yaşandığı toplumların örfünün ve koşullarının dikkate alınarak yorumlanması ve yaşanması İslam’ın yayıldığı coğrafyalar açısından gözettiği bir ilkedir. Bunu da milliyetçilikle karıştıranlar vardır. İslam fıkhının farklı coğrafya ve koşullarda yeniden yorumlanması o coğrafyalardaki milliyetçiliklere önem verildiğinden dolayı değil İslam fıkhının esnek yapıda olmasından dolayıdır. Bunu da birbiriyle karıştırmamak gereklidir.

0 Paylaşımlar
5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
0
Would love your thoughts, please comment.x