Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi, acaba senaryoyu yazarken Adnan Oktar’ın kedicikleri diye ünlenen kızların ve Oktar’ın meşhur “canım hocam”, “maşallah hocam”, inşallah hocam” şeklindeki muhabbetlerden ilham mı aldılar diye düşünmeden edemedim 4. sezon 1. bölümü izlerken. Oktar ve müritlerinin konuşmaları o dünyanın içindeki insanlara mantıklı gelmiş olabilir, ama dışarıdan bakan insanların anlamlandıramadığı aşırı övgü dolu ve kısmen gülünç konuşmalar bunlar. Öncelikle belirtmeliyim ki aslında tv ekranı arkasında ciddi bir istismar ve sömürülme trajedisi yatan kişilerdir bu genç kızlar, her ne kadar toplumda daha çok dalga konusu olsalar da mahkeme dosyaları ve ifadeler bunu gösteriyor. Neyse.

Sanki senaristler Oktar örneğinden ilhamla “lan acaba şöyle bir bölüm yazsak nasıl olur?” diye düşünmüşler gibi. Bölümün ismi de zaten “Övgü”. İlkkan arabasını satmaya çalışırken bir örgüt/çete ile bağlantılı bir adamla arkadaşlık kuruyor. Sonra onun arkadaşları ile tanışıyor. Hepsi yakışıklı, boylu poslu olan bu adamlar sürekli İlkkan’ı övüp pohpohluyorlar. Cildin bebek cildi gibi İlkkan, Çok yakışıklısın İlkkan, Çok iyi zevklerin var, Alfasın, Sürü liderisin İlkkan….. İlkkan’ı överlerken arabasının parasını ödemiyorlar. Kendisinden para koparıyorlar, kişisel işlerini ona yaptırmaya başlıyorlar. İlkkan iltifatları kendisinin mükemmelliğine ve karşısındakilerin iyi niyetine yorarlarken Ersoy ve Yılmaz’da İlkkan’ı onlara karşı uyarıyorlar. İlkkan, onları dinlemediği gibi gittikçe en yakın dostlarından uzaklaşmaya başlıyor. Övgüye karşı irade savaşanın anlatıldığı bu bölümde İlkkan övgülere dayanamayıp iradesini bu insanlara gittikçe teslim etmeye başlıyor.
Yılmaz ve Ersoy ise bu duruma çözümler bulmaya ve İlkkan’ı uyandırmaya çalışıyorlar. Hatta anlamlı bir sahnede Ersoy’da İlkkan’ı övünce İlkkan öfkeyle evden çıkıp gidiyor. Ersoy bende onlar gibi övdüm ama bana neden kızdı diye sorarken Yılmaz övgünün bir ayarının olduğunu Ersoy’a hatırlatıyor. Çünkü herhangi bir insanı kandırmak için ilgi ve alakayı belli bir dozda tutmak gerekiyor. Yılmaz ve Ersoy İlkkan’ın gözünü açmak için birçok yol deneseler de İlkkan gittikçe onlardan kopuyor. Gözlerini gerçeklere kapatıyor. Gidişattan endişelenen Yılmaz İlkkan’ı takip ediyor. İlkkan’ın yeni arkadaşlarının aslında bir örgüt olduğunu ve bir mekanda koordine hareket ettiklerini öğreniyor. Bu arada İlkkan artık yeni arkadaşlarıyla daha çok takılıyor ve iradesi gittikçe zayıflamaya başlıyor. Dostları sonunda İlkkan’a ulaşamaz oluyorlar. En son görüntülü bir telefon görüşmesinde İlkkan kendinden emin ve gayet üst bir perdeden onlarla konuşarak kapatıyor.
Nihayetinde Yılmaz ve Ersoy dışarıdan aslında rasyonel bir insanın baktığında absürtlükleri direk fark edecekleri bir örgüt ortamına gidip İlkkan’ı güç bela oradan çıkarmaya çalışlıyorlar. Aslında izleyenin “yv böyle bir çete mi olur” deyip gülüp geçtiği insan ilişkileri ve atmosfer bugün birçok dini ve seküler cemaatte/örgütte mevcut. Sadece dizide karikatürize edildiği gibi değil daha akla uygun ve ikna edici, hayatın içinden argümanlarla insanları hassasiyetlerinden yakalayıp onların iradelerini teslim alıyorlar. Bu hassasiyetler bazen din bazen vatan bazen daha kişisel bir şey olabiliyor.
Dizinin bu bölümü aslında insanın irrasyonel bir şekilde ve birçok manipülatif propaganda ile ikna olduğu örgütsel/grupsal aidiyetleri sorgulatıyor. Fakat burada örgütü en geniş kapsamıyla devletten başlatıp sivil örgütlenmelere ve hatta kimi iş ve kişisel hedeflere kadar genişletebiliriz. Hepsinin ortak noktası insanın sömürülmesi amacıyla iradesinin yok edilmesi. İnsanın, birey olarak değil propaganda ve manipülasyonla seçimlerini yapması. Sömürü, İlkkan örneğindeki şahsi zaaflarını kullanarak gerçekleşebilir. Özellikle psikolojik sorunlar yaşayan, sosyal hayatta yalnızlık veya uyum sorunu olan, hayatını anlamlandırmaya veya sosyal bir ortama aidiyet arayan herkesin bu gibi psiko-sosyal ihtiyaçları kullanılabilir.
İlkkan’ın ihtiyacı olan kusurlarının örtüldüğü veya bunların olmadığı mükemmel bir dünyadır. Bunda insanoğlunun egosu, mükemmellik arayışı, hayatın kötülük ve acılarından kaçış arzusu gibi farklı sebepler etkili olabilir. Ama nihayetinde bütün bir sömürücü propaganda mükemmellik vaadi üzerine kuruludur. İnsan, mutluluğu nerede veya nede görüyorsa o şey açısından mükemmelliği kovalıyordur. Kimisi insanlardan taktir görmeyi, kimisi çok para kazanmayı, kimisi dini veya politik bir hakikatçiliği/ideali hedefe oturtuyor. İnsanın bu taleplerine karşı da sömürü piyasasında arz da şekileniyor. Devletler “muasır medeniyet”, dini söylemler “asrı saadet” vaadinde bulunurken seküler ideolojiler “ütopyalarla” dünyada cennete ulaşmayı vaat ediyorlar. Hepsi aslında mükemmellik arzından başka bir şey değil.
Sömürülen veya iradesi teslim alınan insan ilkin kendi yakınlarına düşman kesiliyor. Yahut onlara karşı düşmanlaştırılıyor. İlkkan, en yakın dostlarının bile kendisini anlamadığını veya ondaki mükemmelliği görmediği düşüncesiyle onlardan kopuyor. Örgütlerin manipüle ettikleri insanlarda en başta en büyük kavgaları kendi aile ve dostlarına karşı veriyorlar. Bir süre sonra elde ettikleri maddi başarılar yahut kendilerini büyük dava sahibi yapan koca hakikatlerine yakınındaki insanların sahip olmadığını düşünerek en azından onlara içten içe üstten bakmaya ve kendini onlarda farklı görmeye başlıyorlar. Bir solcu bu yüzden işinde gücünde, kendi halinde olan insana hiçbir davası yok deyip “ot” muamelesi yaparken bir dindar kendini hakikatin ilahi temsilcisi konumuna koyarak insanları yargılayabiliyor. Sonuç, hep uzaklaşmak ve kendi inşa ettiği sahte dünyasına hapsolmak oluyor. Tıpkı İlkkan’ın övgülerle kuşatılmış bir bodrum katına yani iradesizliğe hapsolması gibi.
Övgü, en başta kendinin övgüyü hak ettiğini düşünen kişide bir değişime yol açıyor. Kuantum deneylerindeki fotonların gözlemlendiklerinde başka doğal hallerinde başka davranmaları misali haddinden fazla övülen ve gözlerin kendisine çevrildiği kişi “bu kadar insan beni övüyorsa bende de vardır bişiyler” gibi düşünmeye ve zamanla buna inanmaya başlıyor. Böylece olduğundan farklı davranmaya başlıyor. Kendisinin övgüyü hak ediyor oluşuna realiteden ve rasyonaliteden kopuk iltifatlarla kanan İlkkan gibi övülmesini ve övünmesinin rasyonel bir karşılığı olmadığını göremez hale geliyorlar. Kendini bu hayatta başarıyı, övgüyü, taktiri en çok hak eden kişi, hak ettiğinin daha fazla olduğuna inanan biri yahut vatanın, dinin veya insanlığın kurtarıcısı bir dava eri olarak görmeye başlıyor. Bu yolda lider olmuşsa bir noktadan itibaren seçilmiş, kutsanmış, hak etmiş olarak görmeye başlıyor ve kendinden emin bir şekilde, hiçbir akli kritere dayanmaya gerek görmeden yoluna devam ediyor. O mükemmeliyete doğru yürüdükçe kendini tüketiyor, kendini tükettikçe her geçen süre daha fazla farkına varamıyor…
Son sahnede örgüt lideri İlkkan’ı arkadaşlarına teslim etmemek için Yılmaz ve Ersoy’u da kandırmaya çalışıyor. Ancak Yılmaz, liderin manipülasyonlarına bütün iradesiyle bir “kes lan” çekmeyi başarıyor. Bodruma inip İlkkan’ı esir düştüğü irrasyonel ortamdan alırken İlkkan’ın etrafına toplanmış insanların bir ayin gerçekleştirir gibi hep bir ağızdan “İlkkan sen çok güzelsin” diye bağırmaları aslında burada anlatmaya çalıştığım her şeyin sinamea gücüyle çok güzel bir tasviri durumunda. Bu kısım aynı zamanda Adnan Oktar’ın etrafındaki bir şekilde ikna/manipüle edilmiş “kediciklerin” Oktar’a yaptıkları övgü sahnelerini hatırlatıyor. Hem komik hem trajik…