Müslümanlar olarak Müslüman olmayanlara veya Müslüman olsalar da İslami bir yaşam tarzını benimsemeyenlere karşı tavrımız nasıl olmalıdır? Ya da daha genel bir ifadeyle Müslümanın kendisine öteki olarak gördüğü kişilerle ilişkisi nasıl olmalıdır? İslami literatürde bu konu vela ve’l bera şeklinde tartışılmıştır. Öteki gördüğümüz kişi bazen bir hristiyan, yahudi veya ateist olabilir, bazen sosyalist, kemalist veya milliyetçi ideolojideki bir insan olabilir, bazen İslam’ın haram ve helallerine çok dikkat etmeyen kimseler olabilir. Bazen bir eşcinsel ya da siyasi olarak çok farklı görüşte olan birisi olabilir. Kısaca düşünce ve yaşam tarzı olarak kendimize yakın görmediğimiz herkes bizim için ötekidir.
Ölçümüz din/akide farkı mı ahlak mı?
Kuranda öteki gördüğümüz kişilere karşı iki tavır vardır. Birincisi yanlış gördüğümüz düşünce ve fiillerinden uzak durmakla birlikte insani ilişkilerin devam ettirilmesi, ikincisi hem düşünce ve fiillerinden hem de kişinin kendisiyle tamamen irtibatın koparılmasıdır.
Birincisine örnek:
‘Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.’ Enam 78.
Dedi ki: “Allah’ı şahid tutarım, siz de şahidler olun ki, gerçekten ben, sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.” Hud 54
Ayetler doğrudan muhatapların kendisinden değil şirk inançlarına mesafe koyulduğunu göstermektedir. Ancak hiçbirisinde doğrudan bir toplumdan veya insandan tamamen soyutlanıp onlarla bağları koparmak gibi bir durum yoktur. Burada kendisinden sakınılan bu kişilerin doğrudan kendileri değil onların şirk inançları ve çirkin amelleridir.
İkinci duruşa örnek:
İbrâhim’de ve ona uyanlarda size güzel bir örneklik vardır; onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: Bilin ki bizim sizinle ve Allah’ı bırakıp da taptıklarınızla bir ilişiğimiz yoktur. Sizi (ve değerlerinizi) reddediyoruz. Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak İbrâhim’in, babasına “Hiç şüphen olmasın bağışlanman için dua edeceğim, ama Allah’tan sana geleceklere karşı yapabileceğim bir şey de yoktur” demesi başka. Rabbimiz! Sadece sana dayanıp güvendik, sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır. Mümtehine 4.
Burada ise Hz. İbrahimin kavmindeki kişilerle artık insani anlamda tüm ilişkilerini kestiğini de görüyoruz. Ancak kafir olan babası ile ilişkisi hala devam etmektedir. Buna rağmen babası kendisine şiddet uygulamakla onu tehdit eder:
(Babası:) “Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlatırım; şimdi uzun bir süre gözüme görünme!” dedi. Meryem 46.
Hz. İbrahim nihayetinde babasının kesinlikle hidayete ermeyeceği gibi kendisine şiddet ve baskı uygulayıp kendi inancını yaşamasına müsaade etmeyeceğini ve onun inanç ve ifade hürriyetine saygı duymayacağını anladığı zaman artık babası ile olan ilişkilerini kesmiştir. Ancak o vakte kadar babası için çabalamıştır.
İbrâhim’in, babasının bağışlanması için yaptığı dua ise sırf ona verdiği bir sözden ötürüydü. Ama onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı. İbrâhim gerçekten çok duyarlı, yumuşak huylu biriydi. Tevbe 114.
Görülüyor ki muhtaplarımız bizim gibi inanmıyor ve yaşamıyor ancak bize saygı duyuyorsa ve bize zulmetmiyorsa onlarla insani ilişkilerimizi sürdürebiliriz. Ancak bize zulmediyor, inanç ve ifade hürriyetimizi kısıtlıyorlarsa onlarla bağımızı koparmamız gerekmektedir. Bu da oldukça fıtri bir durumdur.
Nitekim Allah c.c. yukarıdaki örneklerle ilgili genel hükmü Mümtehine suresinde belirlemiştir. Burada “öteki” gördüğümüz kimselerle ilişkimizde ölçü, onların bize karşı ahlaklı olmaları ya da adalet ve zulüm açısından nerde durduklarıdır.
Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever. Mümtehine 8.
Allah ancak, din konusunda sizinle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş olanlarla dostluk kurmanızı yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte bunlar kendilerine yazık etmişlerdir. Mümtehine 9.
Bu ayetlere göre öteki ile ilişkimiz onların da bizim gibi inanması veya yaşaması şartı değil, genel manada “zulüm-adalet” ya da daha genel ifadeyle ahlak şartıdır. Üstteki ayetler zulüm sayılan durumlara “yurdundan çıkarılmak, dini inancınız yüzünden size düşmanlık etmek, size zulüm ve düşmanlık edenlere yardım etmek” gibi örnekler verilmiştir.
Anlaşılıyor ki bizim gibi inanmayanlarla ve bizim gibi yaşamayanlarla ilişkimizi asıl belirleyen şey akide/din/yaşam tarzı farkı değil, ahlak ve adaletin insani ilişkilerde hâkim olmasıdır.
Zulmün Çeşitleri: Kendi nefsine zulüm ve başkasına zulüm
Öteki ile ilişkimizi adalet ve zulüm bağlamında ele alınca kimi Müslümanların aklına hemen “Şirk büyük bir zulümdür.” Lokman 13. ayeti gelmektedir. Bu ayetten hareketle düz bir çıkarsama ile “öteki ile ilişkimizi zulüm belirliyorsa, inanmayan bir insan şirk koşarak Allah’a zulmetmiş olacağı için inanmayanlar bizim düşmanımızdır” gibi bir tepki gelmektedir. Bu yaklaşımla din/akide farkı öteki ile ilişkimizi belirleyen asıl etken olmaktadır. Halbuki birçok müfessirin de belirttiği gibi burada insan-Allah ilişkisi bağlamında gerçekleşen bir zulüm ele alınmaktadır. Dolayısıyla buradaki zulüm insanın kendi nefsine yaptığı bir zulüm olmaktadır. Kuran kendi kendini tefsir ederek bu anlamı daha genel bir ifadeyle şöyle ortaya koymaktadır:
“Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Talak 1.
Allah’ın sınırlarını aşmak Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmemek demektir. Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmeyen herkes kendi nefsine zulmetmiş olmaktadır. Bu tür bir zulmü ise Kuran şöyle örneklendirmektedir:
“Mûsâ, “Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet” dedi. Kasas 16.
“(Adem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” Araf 23.
Görülüyor ki zulüm ikiye ayrılmaktadır. Birincisi insanla Allah arasındaki ilişkiler bağlamında dikey zulüm, ikincisi insanla diğer insanlar ve canlılar arasındaki zulüm şeklinde meydana gelen yatay zulüm. Yazı da öteki bağlamında ele aldığımız zulüm ikinci tür zulme girmektedir.
Kuran’a göre öteki ile ilişkimizi ahlak, adalet ve zulüm çerçevesinde ele aldıktan sonra bu ölçüyü konuyla ilgili bütün ayetlere illet olarak uygulayarak ilgili bütün ayetleri rahatlıkla anlayabiliriz. Buna örnek olarak inanmayanları sırdaş edinmememizi emreden ayeti ele alalım.
Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız! Ali İmran 118.
Düşmanlık yapan münafıklardan bahseden bu ayeti esas alan bazı Müslümanlar tüm inanmayanları veya inanmayanlar gibi yaşayanları bu ayet kapsamına almaktadır. Halbuki vahyin pratikte nasıl uygulanacağı konusunda rehber olan Hz. Peygamber’in s.a.v. uygulamalarına bakarsak bu ayet, üstte çizdiğimiz bağlam içerisinde daha iyi anlaşılacaktır. Siyer de görüyoruz ki Allah Resulü s.a.v. Medineye hicret ederken yol rehberi olarak kendisine Abdullah bin Uraykıt adlı bir müşriği seçmiştir. Müşriklerin Peygamber s.a.v. hakkında koyduğu ödüle rağmen Abdullah bin Uraykıt güvenilir, adil bir müşrik olduğu gibi aynı zamanda kılavuzluk açısından işinin ehli liyakat sahibi bir insandır. Bu sebeple Peygamber s.a.v. böylesine önemli bir sırrı bir müşriğe vermekten çekinmemiştir. Bir diğer örnek ise Peygamberimizin s.a.v. sevdiği bir müslüman olan Hatıp bin ebi Beltea’dır. Hatıp bin Ebi Beltea müslüman olmasına rağmen birtakım endişelerle Mekkeli müşriklere Müslümanların Mekke seferi hazırlıklarını haber vermeye çalışmıştır. Görüldüğü gibi ahlaklı ya da adil olmak sadece Müslümanların tekelinde olan bir durum olmadığı gibi yeri geldiğinde bir müşrik/kafir bir Müslümandan daha güvenilir ve adil olabilmektedir. Dolayısıyla Kuran’ın sır vermemek emrini din farkı üzerinden temellendiremeyiz.
Kuran’da öteki gördüklerimizle alakalı birçok ayet vardır. Hepsinde adalet ve zulüm ya da genel itibariyle ahlak illet olarak alınmalıdır. Örneğin bir ayet Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin diyorsa bu ayet; mübah olan bütün insani ilişkileri kesmek değil, küfür, şirk ve zulümde Yahudi ve Hristiyanları dost edinmemek şeklinde anlaşılacaktır. Nitekim Allah Resulü s.a.v. birçok inanmayan putperest veya ehli kitapla komşuluk yapmış, ticaret yapmış, onlarla yiyip içmiştir. Üstteki örneklerden anlaşıldığı gibi gerektiğinde birçok önemli meselede onlarla ilişki kurmuştur.
İnanmayan Kavimlerin Helak edilme sebebi
Kuran, inanmayan kavimlerin helak edilme sebebini onların “inkârcı” olmaları değil “inkarcı zalimler” olmaları ile açıklamaktadır. Kuran’ın bu ayırımı ve alimler arasında “Küfür devam eder, Zulüm devam etmez” şeklinde darbı mesel haline gelen yaklaşım aşağıdaki ayetle açıkça ortaya konmaktadır:
Ve senin Rabbin, ahalisi muslih kimse oldukları halde şehirleri bir zulüm sebebiyle helâk eder olmadı. Hud 117.
Bu ayetteki zulüm kelimesini Fahrettin Razi, Kurtubi gibi müfessirler şirk ve küfür anlamında ele almışlardır. Dolayısıyla bir ülke halkı İslam’ı kabul etmemiş ancak kendi içerisinde insan haklarını, hukuku, adaleti ve iyiliği üstün tutmaya çalışıyor ise Allah c.c onları inkarları ve küfürleri sebebiyle helak edecek değildir. Kuran kıssalarına dikkat edilirse her helak edilen kavmin artık onlarla özdeşleşmiş birtakım kötülük ve zulümlerinin mevcut olduğu görülmektedir. En bilinenlerinden Lut kıssasına örnek olarak bakabiliriz. Lut kavmi, kendi cinsel sapkınlıklarını başkalarına dayatan, insanlara zorla tecavüz eden ve nihayetinde Peygamberlerine yakışıklı erkekler kılığında gelen meleklere, Peygamberin evini basıp tecavüz etmeye yeltenen azgın bir topluluktu. Böylelikle helak edilmişlerdi.
Bu yaklaşıma bir diğer örnek ise Yahudilerle alakalı ayetlerdir. Günümüzde Filistin meselesinde gördüğümüz gibi İsrail’in işgalini tanımayan ve mazlum Filistinlilere destek çıkan Siyonist olmayan Yahudiler de bulunmaktadır. Kuran’da da lanetlenen birtakım Yahudilere baktığımızda onların inkarları yanında zulüm ve kötülük yaptıkları belirtilmektedir. Kuran’ın kınadığı Yahudi tipi; sözünü bozup muhataplarına ihanet eden (Bakara 100), haksız yere Peygamberlerini öldürerek ifade ve inanç hürriyetini kısıtlayan (Ali İmran 112-113), Tevrat’ı dünyevi menfaatleri uğruna tahrif edip din istismarcılığı yapan (Ali İmran 78) Yahudilerdir.
Sonuç itibariyle Müslümanlar öteki olarak gördükleri kimselerle ilişkilerini ahlak, adalet ve zulüm ölçüsüne göre ele almalıdırlar. Bu sayede dini insanı fıtratından uzaklaştıran ve kendi insanlığına yabancılaştıran bir kavrayışa alet etmekten kurtulacaklardır. Kuran’da savaşın illeti, savaşla ilgili ayetler ve öteki olarak kabul ettiğimiz kimselerle ilgili diğer tüm ayetleri de bu bağlamda ele alabiliriz.